Süpriz! Ortada kayıp bir kadın var!
Yazar: Fırat AtaçPaula Hawkins'in 2015 tarihli çok satan romanı The Girl on the Train için 'Hollywood'un radarına da vizyona da girmesi bir oldu' desek yanlış bir tabir olmaz. Kitapları sinemaya uyarlamak konusunda genç yetişkinlerden psikolojik gerilimlere geçiş göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşti. Her ne kadar olabildiğine alışıldık bir giriş yapmak istemesem de 'yeni Gone Girl' olarak anılan romanın uyarlamasının da 'perdedeki yeni Gone Girl' olması beklenti dahilinde. Arızalı banliyö ilişkileri ve muhtemel kayıplar ortak noktayı oluştursa da hem hikaye hem de yönetmenlik açısından karşılaştırmaları uzatmadan, beklemeden, derhal kesmeliyiz.
Yaşadığı boşanmadan sonra kendini alkole veren, işinden kovulan Rachel'ın günlerini aynı trende, aynı koltuklarda gidiş-dönüşlerle harcadığı günlerdeyiz. Matarasında votkası, gözlerini diğer insanların yaşantılarına dikmiş durumda. Özellikle bir eve takıntılı biçimde bağlı çünkü evin malikleri Megan ve Scott'ın mutluluğun tanımı olduğunu düşünüyor. Rachel'ın hiç bir zaman elde edemediği mutluluğun...Gel zaman git zaman şahit olduğu bir sadakatsizlik ve hemen ardından vuku bulan kayıp vakası Rachel'ı hem tanık hem de sanık konumuna getiriyor. Haydi bunun üzerine biraz 'alkolik olmanın olumsuz getirileri' sosu ekleyelim ne dersiniz?
Bu tip romanların genel özelliğidir 'ucuz' olmak. Lakin The Girl on the Train henüz ana karakterleri birbiriyle ilişkilendirmek safhasında fena halde absürd bir yana sahip. Rachel'ın hayranlık duyduğu ve filmimizin Gone Girl'ü olacak Megan'ın evi ile Rachel'ın eski evi bitişik. Boşanılan eski koca da bu evde yeni karısıyla yaşıyor. Boşanma nedeni 'çocuk sahip olamamanın getirdiği alkolizm' olduğuna göre Rachel'ın eski evinde bir de bebeğimiz var. Aslında yaptığı tren yolculuklarını bu denli uzun tutmayıp iki banliyö evi artı bunları içine alan iki bahçeye eğilerek işini kolaylaştırabilir. Rayların evlere mesafesinden görüş açısına iki evi de alabildiğini ve bu evlerde ikamet edenlerin hayatlarındaki her anı perde ya da storları indirmeden yaşamayı sevdiğini de ekleyelim.
Şüphe götürmeyecek doğrulukta seçimiyle kadınların bakış açısını yol gösterici olarak seçen film, üç kadını da bize tanıttığı ve dış sesle etkili hale getirdiği girişiyle fazlasıyla umut vaad ediyor aslında. Bu şekilde devam etmesi halinde fena halde bağlayıcı olabilecek şüphe örgüsü, ani şekilde tek kadınlığa dönülünce, 'geçen gece ne olduğunu hatırlamaya çalışmak' basitliğine esir oluyor. Oysa ki tek gel-gitler yaşayan ve düş kırıklıkları yaşayan Rachel değil.
Yönetmen Tate Taylor, bol flashback ve '...gün sonra, ...gün önce'ye boğduğu episodik anlatımıyla başaracağını sandığı şeylere ne yazık ki muvaffak olamıyor. En ufak soru işareti bırakmama çabasına eklemlenen merak yaratma çabası, 90'ların vasat psikolojik gerilimleri seviyesinde seyrediyor. Filmin ikinci yarısından itibaren kendini iyiden iyiye belli eden 'suçlu', üzerine yüklenen kötü imaja rağmen 'yaptıklarını yapabileceğine' inandıramıyor. Kötü alışkanlıklar ve bunların arasında yapılan geçişlerde bu denli ince bir çizgi olduğuna inanmak güç.
The Help'te kadın oyuncularla olan işbirliğine geçer not verdiğimiz Taylor, yine yanıltmıyor. Emily Blunt'ın bu film için 'fazla' olan oyunculuğu çölde vaha gibi. Eminim ki kendisi de filmi görünce 'hayalim bu değildi' diyecektir. Yine de destekçileri Haley Bennett ve Rebecca Ferguson'la iyi bir trio olarak anılacaklarına şüphe yok.
Alışıldık açılış kadar alışıldık bir kapanış yapmak istemesem de...'Yeni Gone Girl mü? Güldürmeyin bizi!'
firatatac@hotmail.com