Çocuklar da eğlenerek korkabilsinler diye!
Yazar: Fatih YürürGrafik şiddet söz konusu olduğunda zincirlerinden boşalan bir tür sinemasının üzerinde tepinmekteyiz artık. Atmosferin opaklığının hızla düşmesi yetmemiş gibi, korku sinemasının asıl alıcıları da uzun zaman önce göz ardı edildi sanki. Evet! Çocuklar! En sevdiğimiz, bağımlısı olduğumuz korku filmlerini hangi yaşlarda izlediğimizi hatırlayalım! Neyse ki, kaliteli korku anlatıları söz konusu olduğunda çocukları ve gençleri de ciddiye alacak bir ekip; Korku Hikayeleri gibi bir taşın altına girmeyi başardı! Korku-gerilim arenasının iddialı yeteneklerinden biri olan André Øvredal'ın kamera arkasına geçtiği Korku Hikayeleri ise, bu kısır süreci renklendirme potansiyeli taşıyan önemli filmlerden biri.
Korku Hikayeleri, türün meraklılarının gündemine düştüğü ilk andan itibaren neredeyse kontrolden çıkmış bir şevkle bekleniyordu -ki bu merakın abartılı olduğunu söyleyebilmek hiç de kolay değil. 2010 yılında Trol Avı filmiyle adından söz ettiren ve Nordik mitolojiyi, mockumentary stili ile evlendirirken oldukça ironik ve keyifli bir dil tuttumayı başaran Øvredal; The Authopsy of Jane Doe ile birlikte, arenada uzun süre kalıcılığını sürdüreceğinin de sinyallerini vermişti.
Yönetmenin filmografisinin dört numaralı uzun metrajlı halkası olan Korku Hikayeleri ise; sürpriz bir kararla kamera arkasını mesken belleyen Øvredal'ın nev-i şahsına münhasır yetenekleri kadar, kafa ekibinin renkliliği ile de sinefilleri heyecanlandırmayı başarıyor. Hem yapımcı koltuğuna oturan hem de senaryonun önemli bir kısmına imza eten Guillermo Del Toro'nun varlığı, heyecan kat sayısını artıran en önemli etmenlerden biri. Ayrıca filmin içeriğine ve görsel estetiğine kadar sinen, Del Toro'nun 90'lı yılların sonunda bıraktığı estetiğe sahip çıkması açısından da kayda değerliğini tartışmaya kapatabiliriz.
Filmin ilham kazanını kaynatan, Alvin Schwartz'ı üne kavuşturan Scary Stories to Tell in the Dark serisi, öncelikle beyaz cam için makyajlanmıştı. Ayrıca, özellikle çocukları ve ergenleri çeken serisiye dair Cody Meirick'in yönetmen koltuğuna oturduğu ve geçtiğimiz aylarda görücüye çıkan doyurucu nitelikte bir belgesel de mevcut. Diğer taraftan, özellikle çocuk kitaplarına yaptığı lezzetli illüstrasyonlarla tanınan, maharetli çizer Stephen Gammell da, aynı isme sahip bir çizim serisine sahip ki; filme ilham veren yaratıklar da, büyük oranda bu çizimlerden yola çıkılarak oluşturulmuş.
Aslında Korku Hikayeleri, çarpık bir korku öyküleri seçkisi ve Hagemen Kardeşler, Marcus Dunstan ve Patrick Melton gibi kalabalık bir ekip de Schwartz'ın kitabının, karanlık sayfalarından kopup gelen anlatıları, beyazperdeye taşımak için kalem oynatmış. Temelde bir grup gencin, kısa öyküler derlemesi kazınmış bir kitabı bulması ve bu kitaptaki olayların kısa süre içerisinde gerçekleşmesi gibisinden; yakın tarihte hem beyazcamda, hem beyazperdede hem de gençlere yönelik edebi mahsullerde sık sık karşımıza çıkan bir öyküye sahip filmimiz. Bu bilindik konuyu cazip kılabilmesinin en önemli sebeplerinden biri ise, “bilindik de olsa” mirasa sahip çıkmaya çalışması hiç kuşkusuz.
68 hareketini de şablona alan film, bir yanıyla şehir söylenceleri etraflı gerilim klişelerini evirirken, diğer yandan da bu söylencelerin eti kemiği olan “mekana sinen lanet” kültünü de ön plana dikiyor. Kasabanın lanetli şöhretlileri ise, her köşe başına isimlerini sindirmeyi başarmış olan Bellows Ailesi… Hem barındırdıkları sırlar hem de bu sırları gerçeğe dönüştürecek aparat açısından da “taşra gerilimi” kimyasına dair eksik gedik hiçbir şey bırakmayacak kadar sansasyon zengini bir aile.
Del Toro, eser miktarda 60’lı yıllardaki hortlak öykülerini, bir kaç tutam da Goosebumps ya da Tales from Crypt gibi kültleri de bir tarafıyla anımsatmayı başaran bir korku öyküleri silsilesi çıkartmış ortaya. Hatta ilk etapta filmin kamera arkasına da bizzat kendisi geçmek istemiş olsa da şartlar bir türlü istediklerini verememiş.
Geçtiğimiz yıl Super Bowl’da dönen tanıtımlar sebebiyle büyük bir beklenti yaratan filmin; bu beklentinin altında kalıp kalmadığı konusunda net bir şey söylemek için biraz erken ama çocukları da sinema salonuna çekecek bir yapımın makyajlanabilmesi için iklimin ne kadar uygun olduğunu tartışmaya gerek yok! Özellikle Stranger Things gibi yapımların popülaritesi, 80’ler ruh çağırma seansları ile entegre bir yeni alıcı kitlesi yaratmayı başardı. Yine de Korku Hikayeleri’nin avantajını salt bununla sınırlı tutmak yanlış olur.
Elbette daha genç bir izleyici kitlesine hitap ediyor olması Korku Hikayeleri’nin kalorisini düşürmüş demek yalan olur. Tam tersine, her yaştan izleyiciyi avucunun içerisine alabilecek güçte bir atmosfer inşa etmiş Del Toro ve Øvredal ikilisi… Ne var ki Del Toro söz konusu olduğunda, canavar tasarımlarına da ekstra özenilmiş. Yukarıda da belirttiğim gibi Gammell’in eşsiz çizimleri, canavar tasarımlarının asıl ilham kaynağı olsa da; Del Toro’nun kendine has dizaynlarıyla da bol bol karşılaşıyoruz filmde. Big Toe, Pale Lady, Jangly Man ve özellikle Red Spot gibi dizaynlar, şimdiden kolektif hafızalara kazınmış durumda.
Sözün özü, bolca Stephen King öykülerindeki “cesaretini bulan ergen” klişesine yer verse de, “ailece izlenecek korku filmi” kültünü, 90’lı yılların ortalarından çekip çıkararak bugüne getirmesi ve ebeveynlerimizden izin alarak televizyon başında tam konsantre beklediğimiz o Cuma gecelerini hatırlatması açısından Korku Hikayeleri özel bir yere sahip olacak orası kesin. Fakat yarına kalıp kalamayacağını da zaman gösterecek!