Hesabım
    Florence
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,5
    İyi
    Florence

    Düşündürücü ve keyifli bir sinema deneyimi

    Yazar: Ayşegül Kesirli

    Florence (2016), Benim Güzel Çamaşırhanem (1985), Tehlikeli İlişkiler (1988), Sensiz Olmaz (2000) ve Kraliçe (2006) gibi filmlerle aklımıza kazınan İngiliz yönetmen Stephen Frears’ın son çalışması. 1944 yılının New York’unda açılan film, dönemin sosyetik isimlerinden Florence Foster Jenkins’in gerçek hayat hikayesinden bir kesite yer veriyor. Babasından kalan yüklü mirasına ve müziğe olan gönülden bağlılığına tutunarak, dünyadan bir haber yaşayan Florence, Carnegie Hall’da izlediği bir konserden esinlenerek sahnelere geri dönmeye karar veriyor. Florence’ın kapı gıcırtısından hallice olan sesi, bu denklemdeki en büyük sorun oluyor. Ancak kocası St Clair Bayfield’ın elindeki maddi gücü kullanarak yarattığı güvenli ortam, Florence’ın tüm yeteneksizliğine rağmen hayallerindeki soprano olarak sahne almasını sağlıyor.

    İzleyenlerin filmi seyrederken Florence ile kurduğu tereddütlü sevgi-nefret ilişkisi Frears’ın filminin en cazip özelliği. İngiliz yönetmenin, çevresindekilerin ilgisinden ve beğenisinden beslenen, saftirik New York sosyetesi Florence’in hikayesini beyazperdeye taşırken tutturduğu ikircikli anlatım müthiş keyif verici. Filmin bir sahnesinde kendisini Florence’ın para gücüyle sahip olduğu cürete öfke duyarken bulan seyirci bir başka sahnede St Clair’in sevdiği kadın için yarattığı gerçekdışı aleme rahatlıkla sempati duyabiliyor. Hikayenin farklı aşamalarını bambaşka duygulara kapılarak izleme fırsatı sunan Florence, bu özelliği sayesinde temposunu bir an olsun düşürmüyor.

    Film bu sürükleyiciliğini Stephen Frears’ın başarılı yönetiminin yanı sıra başrol oyuncusu Meryl Streep’in kusursuz performansına borçlu. Gidişatın izleyenlere yaşattığı duygusal gelgitlere bir an olsun teklemeden uyum sağlayan Streep’in göz kamaştırıcı oyunculuğu sayesinde Florence’ın naif, şuursuz, şımarık, çocuksu ve bir o kadar da hayatın türlü türlü yükünü üzerinde taşıyan renkli karakteri tüm inandırıcılığıyla beyazperdeye aktarılıyor. St Clair karakterini canlandırırken izlediğimiz Hugh Grant’in performansı ise bu inandırıcılığın pekiştirilmesinde kilit rol oynuyor.

    Filmde, Florence’ın ustalıkla kurgulanmış gerçekliği ile dış dünyanın mantıksal gerçekliği arasındaki denge, St Clair karakterinin istikrarlı duruşu sayesinde tutturuluyor. Hugh Grant’in canlandırdığı karakterin tepkisizliğini bile bir tepkiye dönüştüren başarılı performansı bu karmaşık duygu durumunu ustalıkla yansıtıyor. Yıllardır The Big Bang Theory dizisinde izlemeye alıştığımız Simon Helberg’in Cosmé McMoon rolünde karşımıza çıkması ise filmin en büyük sürprizlerinden biri oluyor. Meryl Streep ve Hugh Grant gibi iki usta oyuncu karşısında bir an olsun ezilmeyen Helberg, başarılı bir performans sergiliyor.

    Bütün bu özellikler, filmin başarılı sanat yönetimi ve kostüm tasarımlarıyla birleştiğinde ise ortaya izleyenleri duygudan duyguya sürükleyen bir sınıf eleştirisi çıkıyor. Hiçbir politik iddiası olmamasına rağmen kapitalist sistemin toplumsal değerleri nasıl şekillendirdiğine ilişkin örtülü mesajlar vermeyi başaran Florence, izleyenleri sosyal hayatın yapıtaşları üzerine düşünmeye ve insanlar arasındaki güç ilişkilerini sorgulamaya itiyor. Böylelikle, Stephen Frears’ın yeni filmi, izleyenlere sayısız duyguyu aynı anda yaşatmayı başaran, düşündürücü ve bir o kadar keyifli bir sinema deneyimine dönüşüyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top