“Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” John Dalberg-Acton
Yazar: Misafir KoltuğuLatin Amerika envaiçeşit yaşam tarzlarının, suçların, bunalımların, ekonomik sorunların kendine yer edindiği; buna rağmen serkeş, korkusuz yapılanmaların vuku bulmasından çekinilmediği bir coğrafyadır. Küba Devrimi ile başlayan ayaklanmalar; Meksika’da Zapatistalar, Peru’da Aydınlık Yol, Nikaragua’da Sandinistalar gibi halkın bazı kesimleri tarafından benimsenen örgütlerin ön plana çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Tarih bazen tekrarlanır. Böyle olunca farklı coğrafyalarda kaderin ortaklığına tanıklık ederiz. 60’lı ve 70’li yıllarda birçok ülkede hükümetlere askeri darbeler gerçekleştirilmiştir. Birkaçını sıralarsak; Libya’da Kaddafi (1969), Uganda’da Idi Amin (1971), Uruguay’da Juan Maria Bordaberry (1973), Şili’de Pinochet (1973).
Şili’de Pinochet, Marksist Salvadore Allande’yi Latin Amerika’yı yıllardır bir patron gibi yöneten ABD’nin yardımıyla devirip hükümeti ele geçirir. Duvarlarda mural resimlerin yalnızlığı başlamıştır artık.
İfşa edilip tutuklanan Allande destekçileri arasında bulunan fotoğrafçı Daniel (Daniel Brühl) ile Hostes Lena’nın (Emma Watson) - iki sevgilinin- hikâyesine odaklanan Colonia filmi bu döneme ışık tutuyor. Pinochet iktidardadır ve Allande destekçileri bir an evvel yakalanmalıdır. Daniel ve Lena çifti yakalanır ve destekçiler ünlü müzisyen Victor Jara’nın ellerinin kesildiği Santiago Stadyumu’nda bir araya getirilirler. Daniel’ı başı bağlı itirafçı işaret eder. Askerler onu alıp minibüse bindirir. Gideceği yer: “Colonia Dignidad” Yani Pinochet’in askerlerinin tutukluları götürdüğü “Asaletin Kolonisi” İşkencelerin uygulandığı, ormanın ortasında bir topluluk.
Erkekler, kadınlar ve çocuklar ayrı odalarda kalıp aynı topluluğa mensuptur orada. İşkenceye maruz kalan fotoğrafçı Daniel bir süre sonra hastaneye götürülür. Etrafındakilerini işkence gördüğü için delirdiğine inandırır. Lena, öncelikle, sevgilisinin de içinde yer aldığı sosyalist gruptan yardım bekler, olmaz, Uluslararası Af Örgütü’ne başvurur, fakat hiçbir çözüm sunmazlar ona çünkü artık güçlü bir rüzgar pencerelerin pervazını dövmektedir. Çekingendirler. İş başa düşer, derler ya, gidip kendisi düşecektir sevgilisinin peşine.
Film hikâye itibariyle, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi Yılmaz Güney’in Yol filmiyle paylaşan bir başyapıt olan Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) adlı filmine yakın duruyor.
Senaryoda iki sevgilinin birbirlerini bulma serüveninin hiçbir şekilde bir işarete bağlı olmadan gerçekleştirilmesi bir açık. Eninde sonunda buluşma Karma Geçit Töreni’nde gerçekleştiriliyor. Bu kabul edilebilir. Belki. Yine de Lena’nın, sevgilisinin Colonia Dignidad’a götürüldüğünden emin olması pek inandırıcı gelmiyor.
Paul Schafer’in (Alman, anti- semitist) Pius karakteriyle Mikael Nyqvist tarafından canlandırılması belki de filmin en dikkate değer karakterine odaklanmamızı sağlıyor. Lena rolünde Emma Watson iyi bir oyunculuk sergiliyor. Daniel Brühl (Daniel) deliyi o kadar gerçekçi oynuyor ki, izlerken işkenceden dolayı “bitirdiler adamı” diyebilirsiniz.
Bu film olabildiğine yıpratıcı. Bir diktatörün sınır tanımadığını, eldeki gücü sürdürme yollarının taraflarca mubah görüldüğünü, patır patır üstümüze düşen saf gerçeklikler ile bir belgesel izlercesine seyirciye sunuyor. İzlemeli. Askeri darbelerin iç yüzünü görmeli.
Mesut Keskinbıçak