“Gerçek bir başyapıt”
Yazar: Murat Tolga ŞenEn baştan yazıyorum; benim için yılın en iyi filmi Manchester by the Sea... Bu filme hayranlığım hiç bitmeyecek. Müthiş bir sinema yapma tarifi, parayla pulla değil kalple akılla yapılan bir film. OFCS ödüllerinin seçimlerini yaparken eleştirmenden ziyade seyirci gibi davrandığım ve bu filmi (belki de Lee ve Patrick’i) kolladığımı itiraf ediyorum.
Cem Yılmaz filmlerinde hep rastladığım şeydir; kurban karakterler kadın değil erkektir. Acıklı, şaşkın, sevilmeyi anlaşılmayı bekleyen kocaman çocuklar yazar-oynar Cem Yılmaz ve filmlerinde kötücül kadın karakterler yaratır. Her Şey Çok Güzel Olacak’ta Ayla (Ceyda Düvenci), Hokkabaz’da Fatma (Özlem Tekin). Onlar bir erkeğin canını yakmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan zalimlerdir.
Film eleştirisine geçmeden önce, sürprizbozan (spoiler) endişesi taşımadan yazdığımı bilmenizi izlerim. Filmi izlemeden önce okumanız tadınızı kaçırabilir, uyarmış olayım.
Bu kadar feminist bir bakış açısına hiç gerek yok ancak Kenneth Lonergan’ın yazdığı Manchester by the Sea hikayesinde de aynı şeyi sezdim. Film yaş farkı olan iki erkek akraba üzerinden ilerliyor. Lee’nin (Casey Affleck) trajedisi filmin motoru oluyor ama ikisi de kendi dramlarını yaşıyor ve felaketlerinin olay ufkunda kadınlar var. Lee’nin karısı ve Patrick’in (lucas Hedges) annesi…
Daha ilk 10 dakikada Lee’nin kadınlarla olan sorunlu ilişkisine şahit oluyoruz, bu sekanslarda Kenneth Lonergan’ın kaleminden kan damlamış. Küvetini tamir ettirmek isteyen kadına yüklediği karakter bizi film boyunca izleyeceğimiz şeye hazırlıyor ama ötesi de var. Lee film boyunca kendisini suçluyor, aslında bu iç hesaplaşması onu tamamen kurutarak tamamlanmış ama ağabeyi Joe’nun (Kyle Chandler) ölümü ve yeğenine babalık yapmak zorunda olması nedeniyle yaşadığı travma tetikleniyor. Lee film boyunca yargılamayan-sorgulamayan bir tür bitkisel hayat yaşıyor ancak K. Lonergan seyirciye kızması gerektiği kişiyi gösteriyor, bunu bir tür manipülasyon olarak da algılamak mümkün ancak Lee’nin Joe ve Patrick ile balık avından döndüğü sekansta ve yaşanan trajedinin ardından gerçekleşen sorgudaki beyanı seyircide bir yargı oluşturmaya yetiyor.
Randi (Michelle Williams) hastalığını bahane ederek çocuklarıyla ilgilenmeyen bir anne ve evdeki yangının çıkma sebebi onun sinüslerini kurutmamak adına yakılan şömine. Burada bir kadın düşmanlığı sezmek yerine modern aile kurumunun (ilgisiz ebeveynler) sorgulandığını da düşünebiliriz elbette. Evli ve çocuklu Lee’nin hala evin bodrum katında erkek arkadaşlarıyla takılarak, bekar partileri düzenlemesi, sigara sarıp içmeleri, alkole olan düşkünlüğü vs. ama Patrick’in çatlak annesini ve kız arkadaşlarını ne yapacağız? Enstrüman çalabilen genç erkekler arasında berbat sesi ama müthiş özgüveniyle bağıra çağıra bir şeyler söyleyen solist kız arkadaş karakterinde belirginleşen şeyler var.
Lee ve Randi’nin karşılaştığı sekansta artık tarafımızı iyice seçmiş oluyoruz; Lee’ye acıyor, Randi’yi suçluyoruz. Olaydan değil, ondan etkilenme biçimlerinden geliyor seyircinin yargısı. Lee tamamen kurumuş bir dala dönmüşken Randi kendisine yeni bir aile kurmayı, yeniden çocuk sahibi olmayı başarmış. Sanki, “kadınlar bir şekilde devam eder, acı çekmek ve hayata takılı kalmak erkeğin lanetidir” diyor Kennet Lonergan.
Filmde en sevdiğim şey ise şu yürek yakan tekne metaforu... Babasının ölümünden çok etkilenmiş gibi görünmeyen genç Patrick'in, onunla ilgilenen “gerçek” ebeveynini kaybettikten sonra neredeyse tek amacı, tekneye sahip çıkmak ve onu çalışır durumda tutmak oluyor, hem de amcasının itirazlarına rağmen. Harçlıklarını dahi biriktirerek tekneye yeni bir motor taktırmaya çabalıyor. Bu başlarda şımarık bir istek gibi algılansa da altında yatan his bambaşka. Patrick ergen yaşların verdiği tüm umursamazlığa rağmen babası ile yaşadıklarını unutabilecek bir genç değil. O teknenin motoru, babasının hasta kalbi... Tıpkı onun gibi ne zaman duracağı belli olmadan çalışıyor ve Patrick'in en mutlu olduğu zamanlar, babasıyla birlikte teknede birlikte geçirdikleri zamanlardı. Babası ve amcasıyla denize çıktığı ve kocaman bir balık tuttuğu, hayatında en mutlu olduğu o gün. Bir an bazen yaşama bedel. Babasının ölümünden sonra onu yaşatmanın yolu tekneyi tamir etmekten geçiyordu ve bunu başarıyor.
Patrick bana babası öldükten sonra ondan yadigar arabayı yıllarca tamircilerle kanka olarak yaşatan inatçı bir arkadaşımı hatırlattı. İnsan, hatıralarına sahip çıkan hayvan... İyi ki de öyle.
Finale yakın bir başka sekansta ise Lee ile Patrick’in sokakta buldukları bir topla oynamalarına şahit oluyoruz, bu esnada bir konuşma geçiyor. Lee, Patrick’in vasiliğini ağabeyinin en yakın arkadaşına vermesine rağmen yeğeniyle ilişkisini koparmak istemiyor çünkü Patrick onun buzul kalbinde yeşerebilmiş cılız bir bitki adeta. Bunun için de evini düzenlediğinden, bazı yeni mobilyalar aldığından bahsediyor ama yine o vazgeçmiş ruh haliyle… Çünkü Lee yaşayan bir ölü, polis merkezindeki başarısız intihar girişimi aslında işe yaradı! Lee’nin bedeni yaşamaya devam etti ama ruhu öldü ki bu bir faninin başına gelen en büyük felaket olabilir çünkü dinler bile beden öldükten sonra ruhun yaşamaya devam edeceği umudunu aşılar. Ruhsuz bir beden yaşam boyu kabir azabı çekmek demek. Ve sonra topu yere atıyor ve yine o umutsuz haliyle “bırak gitsin” diyor ama Patrick topu alıp amcasına atmaya devam ediyor. Hem Lee hem de seyirci için bu ilişkinin devam edeceğine dair harika bir işaret, gizli bir mutlu son!
Yaşamın Kıyısında, gösterişsiz bir başyapıt, bir yönetmenlik, yazarlık ve oyunculuk şaheseri. Casey Affleck’in sıradışı performansının etkileyemeyeceği bir kalp yok. Onun oyunculuğuna dair pek cümle kurmadım çünkü bu bir eleştirmenin size tarif edebileceği türden bir şey değil, gidip filmi ve Lee’yi izlemelisiniz. Manchester’ın erkeklerinin acıklı ama arabesk olmayan hikayesini mutlaka izleyin!
murattolga@gmail.com