Ali Atay’ı yönetmen koltuğuna ilk kez oturduğu film olan Limonata, görüntüsüyle, hikayesi ile Avrupa Filmlerini anımsatan güzel bir yol filmi. Bunda filmin ambiansının payı çok büyük tabi. Yarısı İstanbul’da, yarısı Makedonya-Manastır’da geçen film iki başarılı oyuncu üzerine kurulmuş. Bu da filmin klişe hikayesini, hem oyunculuklar hem de Ali Atay ve Ertan Saban’ın yazdığı diyaloglarla sıradanlıktan kurtarmış, festival filmi tadında bir iş çıkartmalarını sağlamış. Ali Atay’ın gözlem yeteneği ve insani ufak ayrıntıları oyunculuğunda olduğu gibi Limonata’da birçok sahnede ve diyalog ta yer verdiğini görüyoruz. Bir arkadaşımızda, akrabamız da ya da kendimizde keşfettiğimiz bu ufak ayrıntılar, beyazperdeye yansıyınca, başrol karakterini daha çok seviyor ve filmi daha çok benimsiyoruz. Ali Atay’da bu hayatın içinden davranışları çok iyi yakalıyor bence. Kamera açılarının, doğal bırakılması, bazı sahnelerde titremeler olması bile güzel düşünülmüş bir ayrıntı. Sanki iki kardeşle birlikte seyahat ediyor, birlikte köpeklerden kaçıyoruz hissi uyandırıyor. Bir düğün sahnesi var ki sanki Emir Kusturica’nın eğlenceli düğün dernek sahnelerini görür oluyorsunuz Limonata’da. Bu arada yakın zamanda rahmetli olan Ciguli’nin (Angel Jordanov Kapsov) de filmde yer alması hoş bir veda gibi olmuş. Gülüşü, şahsına münhasır görüntüsü dahi filme renk katmaya yetmiş. Serkan Keskin, gerçekten iyi bir oyuncu olduğunu bu filmde bir kez daha kanıtlıyor. Duygu değişimleri çok iyi, bir oyuncuya hem gülüp, hem de tek bir bakışı ve duruşuyla bize kendi derdini ortak edebiliyorsa bence iyi oyunculuk budur.
Spoiler’lara başlayabilirim sanırım; bundan sonraki bölümü filmi izlememiş arkadaşlar okumasın, ya da okuyun boş verin bunlara takılmayın filmin sonunu söylemiyceğim.
Serkan Keskin’in, Funda Eryiğit ile otobüs camından birbirleriyle 10 saniye bakıştıkları bir veda sahnesi var ki, bana bir çok duyguyu ve düşünceyi bir arada hissettirdi. Bu sahne filmin tüm yapısını ve hayatın içinden oluşunu özetliyor gibi. Annesini ve ölüm döşeğindeki hiç görmediği babasını telefonla konuşturması ise yine filmde en çok etkilendiğim sahnelerden. Hem klasik ihtiyar diyalogları, hem annesi ve babası ayrılmış bir çocuğun bir kerede olsa onların ortak bir şeyler yapmalarına şahit olmak istemesi ve bazen çok şey beklediğinde hiç bir şeyin beklediği gibi olmaması. Filmin başındaki, futbol ve cami sahneleri gerçekten akıllarda kalan ayrıntılar oluyor.
Filmin ismi yüzünden sürekli bir Limonata arayışına geçebilirsiniz. Buna ilişkin öyküde tek bir ipucu var: Makedonya bölümünde Manastır sokaklarında ‘Blood is not lemonade’ (‘Kan, limonata değildir’) diye bir duvar yazısı görüyoruz. Sanırım Balkanlar’da yakın geçmişte kaybedilen bir çok cana gönderme yapılmış. Filmin hikayesi İstanbul-Yol-Manastır gibi 3 bölüme ayrıldığı gibi duygu hezeyanı da güldürü, orta şekerli yol olayları ve hüzün gibi olmuş. Bu da filmde şöyle bir sıkıntıya yol açıyor. Sonlara doğru modumuz düşüyor ve bana göre hikayenin son 15-20 dakikasıyla film sıkıcı bir hal alıyor ne yazık ki. Gereksiz uzatıldığını düşünüyorum. Yol hikayelerinde hep zıt çatışan karakterler görürüz, bu filmde Ertan Saban’ın da komedi yönünü keşfettik ve Serkan Keskin ile iyi bir ikili oluşturmuşlar.
Eski tır şoförü olan Suat ölüm döşeğindedir. Oğlun Sakip’ten (Ertan Saban) son istek olarak, yıllar önce İstanbul’da imam nikahıyla evlendiği bir kadından olan oğlu Selim’i bulup yanınan Makedonya’ya getirmesini istemektedir. Sakip de babasının bu son isteğini kırmayarak emektar arabasıyla yollara düşer ve İstanbul’da zorlu arayışlardan sonra kardeşi Selim’i (Serkan Keskin) bulur. Ama asıl hikaye Selim’i bulduktan sonra başlar.
KİŞİSEL PUAN: 7,5