Tarih bu kadar mı tekerrürden ibaret olabilir?
Yazar: Duygu KocabaylıoğluPolonya asıllı Fransız vatandaşı, sinemacı Roman Polanski’yi nasıl bilirsiniz? Çarpıcı ve bol ödüllü filmografisinin yanında sönük işleri de olan ama 87 yaşına rağmen oturaklı bir sinema dilini halen kullanabilen ender bir yönetmen olarak mı? Yoksa 1977’de işlediği bir tecavüz suçunun cezasını –resmen hapis yatmasa da- (son filmlerinin ABD’de dağıtılmamasıyla ya da Akademi’ye geri alınmamakla) öyle ya da böyle halen çeken, geçmişteki iyi filmlerin sabıkalı ismi olarak mı? Bir kadın hakları savunucusu olarak mağdur onu affetmiş olsa da Polanski’nin suçunu hafifletecek değilim; ama, son filmi Subay ve Casus’u dikkatinizi vererek izlediğinizde, film sizi içine öyle bir alıyor ki sinemanın sanatsal gücü galip geliyor; her şeyi bir yana koyup açılış sahnesindeki ilk cümlenin çarpıcılığı ile karşınızdaki eseri izlemeye devam ediyorsunuz: Bu filmde tasvir edilen tüm kişiler ve vakalar gerçektir…
1895’te Paris’te Fransız ordusunun bir subayının, Alfred Dreyfus’un aşağılanarak rütbelerinin sökülmesi ile başlıyor film. Kendisine söz hakkı verilmiyor ama Dreyfus hem hükmü okuyan görevliye hem de bahçe duvarına tırmanarak kendisine “Geber haiiiin!” diye bağıran halk yığınlarına tek bir cevap veriyor, “Ben suç işlemedim, ben masumum!” Ve çektirilen manevi işkencenin her gün arttırıldığı hapishanevari Şeytan Adası’na tek başına sürgün ediliyor.
Tanıdık geldi mi?
Katolik Fransız ordusunda çıbanbaşı misali Yahudi kimliği ile var olan Dreyfus’un sahte belgelerle, düzmece bir askeri mahkemede kapalı kapılar arkasında yargılanıp, avukatının ve kendisinin savunmasına bakılmadan, “ordunun şerefini kurtarmak” adına hain ilan edilip, ömür boyu hapis ile cezalandırıldığını eklersek, bir de bu öyküyü 2010’ların Türkiyesi’ne uyarlarsak sanki biraz daha tanıdık gelir mi kulağa? “Benim buradaki yalnızlığımdan daha önemli olan onurum; ailemin onuru aşağılanıyor” diyen Dreyfus’un hislerini düzmece klasörlerle yaşamından yıllar çalınan, bir kısmı sağlığından (hatta hayatından) olan Ergenekon ve Balyoz davalarının bugün hepsi aklanmış sözde sanıklarından, onların ailelerinden daha iyi kim anlayabilir?
Polanski senaryoyu Robert Harris’in romanından yine Harris ile beraber kaleme almış. İkili daha önce de Hayalet Yazar (2010) filminde beraber çalışmıştı. Ortada Emile Zola’nın İtham Ediyorum/Suçluyorum adlı makale-mektubu da varken bu mevzunun dört başı mağrur bir kurmaca filminin şimdiye kadar çekilmemiş olması da ayrı ilginç. Roman Polanski’nin Harris’in anlatımına sadık kalmak adına romandaki gibi filmde de “Dreyfus Olayını” Albay Georges Picquart’ı merkezine koyarak anlatması daha da ilginç! Zira Picquart son zamanların moda tabiriyle dilsiz şeytan olmayı reddedip, getirildiği istihbarat biriminde ordunun göz göre göre yaptığı hatayı deşifre edip, Dreyfus’un masumiyetini savunmayı kendisine görev bilen isim.
Polanski, III. Cumhuriyet ordusundaki bürokratik yozlaşmayı, istihbarat facialarını ve komuta kademelerindekilerin çıkarcılığını daha net vurgulamak adına Albay Picquart’a ağırlık verse de Alfred Dreyfus’un hem süre bazında hem derinlik bazında böylesi bir filmde daha fazla olması gerekirdi. Önemli bir detay gibi görünse de Picquart’ın yasak ilişkisindense, hayatı çalınan Dreyfus’un psikolojisini 1-2 mektup detayı dışında da görmek isterdik. Hem temposu daha yüksek bir film olurdu, hem de karakter çok daha fazlasını hak ediyor gözümüzde.
Bu anlamda oyunculuklarda Jean Dujardin tek kelimeyle parmak ısırtıyor. İçten içe Dreyfus’un suçlu olmasını, bir hain varsa onun da ordudaki bu Yahudi olmasını dilerken, Albay Picquart’ın adalet arayışı ve vicdanının sesi tüm bedenine yansıyor; Dujardin Picquart’ın değişimini perdeye oldukça iyi aktarıyor. Zaten en derinlikli rol de kendisinin. Varlığı yokluğu sorgulanır Alfred Dreyfus’a hayat veren Louis Garrel sınırlı repliğine ve süresine inat tüm mimikleri ile bu talihsiz adamı filmin finaline kadar yaşatmayı başarıyor.
Filmin en etkileyici bölüm şüphesiz ki Dreyfus davasının yeniden açılıp, bu sefer kamuoyuna açık bir mahkeme düzeninde yeniden yargılandığı sahneler. Hem tansiyon yüksek, hem de oyunculuklar hem rol açısından bu sahnelerde zirve yapıyor.
Bir dönem filmi olarak teknik olarak başarılı; görüntü ve sanat yönetimi ile kurulan atmosfer açısından perdede izlenmeyi hak eden bir yapım Subay ve Casus. 76. Venedik Film Festivali’nden Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu FIPRESCI’nin ödülünü alan ve ardından, 2020 Cesar Ödülleri’nde En İyi Uyarlama Senaryo, Yönetmen ve Kostüm ödüllerine uzanan film, ülkemizde Fransızca dilinde ve Türkçe altyazılı olarak vizyona girecek. Bu yüzden özellikle ilk bölümdeki istihbarat süreçlerinde filmi daha da dikkatli izlemenizi, belki zor olacak ama birtakım isimleri aklınızda tutmanızı tavsiye ederim.
Sağlıkla, filmlerle ve adaletle kalın!