Yeni dünyalar, eski kafalar!
Yazar: Banu Bozdemirİlk uzun metrajı Mar ile kasaba insanının yaşantısına değinen Caner Erzincan, Yeni Dünya’da köylerinden göç eden bir aile üzerinden kurmuş öyküsünü. Film ailenin şehirde tutunamama çabalarını birçok farklı yerden vermeye çalışıyor. Down sendromlu çocuklarını okutmak ve bu sayede devletten maaş almak için şehrin yolunu tutan çift dost kazığından, kentsel dönüşüme, erkeğin kadına klasik bakış açısından iş bulamama detayına kadar her zorluğu yaşıyor. Film bir anlamda 60’lı yıllar göç olgusuyla hareket ederken bir yandan da göç olgusu ve sonucunda yaşananlarının hiç değişmediğini gösterme derdine de düşüyor.
Öte yandan, filmin kahramanlarına yaklaşımı biraz dengesiz. Down sendromlu Soner ve trafik kazası geçirip sakat kalmış baba Ali’yi azimli, güçlü ve anlayışlı çizerken anneyi sorunlu, basit ve yılgın gösteriyor. Yani filmin buradaki kentsel dönüşüm olgusunu olumsuz anlamda anne üzerinde kullandığını görüyoruz. Dönüşüm geçiren bir şehre çabuk uyum sağlayan bir kadın filmin bazı yerlerinde fazlaca zorlama duruyor. Filmin kentsel dönüşümü en alasından yaşayan semti Fikirtepe’de çekilmesi iyi fikir. Binaların boşluğu, insanların içindeki boşlukla birebir tutulmaya çalışılmış ama senaryonun ilk akla gelen durumlar üzerinden gitmesi kolaycılık gibi duruyor. İstanbul’a önceden gelip yol tutmuş aile dostunun kadına göz koyması, ailenin tutunma hikayelerinin tümüne tüy dikiyor, bu da güçlü bir amaç için İstanbul’a gelen ailenin çabucak sonunu hazırlıyor. Filmin en olumlu yanı, bir anlamda kendisini oynayan Soner Erzincan. Yönetmenin kardeşi olan Soner down sendromlu her çocuk gibi inanılmaz sevgi dolu, içinde kötülük barındırmayan ve yaşanan her şeye zıtlık teşkil eden bir karakter. Yönetmenle olan yakınlığı mı, yoksa Erzincan’ın yönetme başarısı mı bilinmez ama filmin doğal akışını onun kurduğunu söyleyebiliriz. Bu da filme bir anlam katıyor ama büyükler dünyasında yaşanan ikiyüzlülük filme fazlaca yayılıyor.
Film kentin değişimine karşı güzel görüntüler yakalıyor ama köylerini bırakıp şehre gelen ailenin altını şehrin karmaşasında dolduramıyor. Zira 60’lı yılların göç kafası ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ kıvamında işliyordu ve aileler gözü kapalı düşüyordu yollara. Ali ve ailesinin de aynı şekilde yollara vurması cahil cesareti gibi duruyor ama down sendromlu çocuklarını okutma istekleri daha bilinçli bir rol çiziyor onlara. Film bu tezatlıkları fazlaca kuruyor ama kadına fazlaca ağır bir bedel ödetiyor. Yani şehrin zaten püfür püfür esen sorununu kadın yönünden estiriyor!
Filmin sonuna dair bir şey söylemek istemem ama mutlu ve mutsuz sonları aynı anda yaşayanlar var. Ya da film herkese kendince mutlu son verdiğini düşünüyor ama Soner’in mutlu olduğu kesin! İstanbul ‘Yeni Türkiye’nin yeni dünyası olmaya aday bir şehir. Ama bu değişimleri hala eski bakış açılarıyla yapmak gerçeklik dokusunu zedeliyor. Filmin hikayesi biraz daha güçlü durabilseydi bu dönüştürme heveslisi şehir karşısında kesinlikle çok daha iyi olurdu. Filmin geliri down sendromlu çocuklara gideceği için ve Soner Erzincan doğuştan gelen bu durumla en iyi şekilde baş edebildiği için izlenmeyi hak eden bir film olduğunu düşünüyorum. Tabii birde dönüşen şehirlerle birlikte dönüşen insanlara vurgu yaptığı için.
twitter.com/BanuBozdemir