Hakkında en az şey bildiğimiz organımız olan beynimiz kimi zaman şaşırtır bizi. Bazen bir mimik, bir koku, bir gülümseme, bizi yıllar öncesinde kalmış bir anıya, bir kişiye götürebilir. Neden böyledir? Beyin asla unutmaz mı? Unutan kim o zaman? Biz öldükten sonra beynimizin ilgili bölümleri uyarılarak sinyaller başka bir beyne taşınabilir mi? Bu başarılırsa, bir başka bedende yaşamaya devam mı ederiz?
“Suçlu” bu sorulara bilimsel bir yanıt vermiyor elbette. Ama alakalı bir öyküsü var. Çok önemli bilgilere sahip bir CIA ajanı devre dışı kalınca, onun hafızasındaki bilgiler bir başkasının beynine nakledilir. Ama o kişi, ömrünün yarısından fazlasını hapishanede geçirmiş çok tehlikeli bir suçludur. Tıbbi gerekçelerle ve tehlikenin büyüklüğü nedeniyle kısa sürede bulunabilecek en uygun denek o’dur. Empati duygusu sıfırdır, hiçbir şey hissetmez. O çok kıymetli bilgilerle bu adam ne yapacaktır, tehlikeli görevi yerine getirebilecek midir?
İsrail doğumlu genç sinemacı Ariel Vromen filmine böyle bir başlangıç yapıyor ama sonra hızla bilimsel düzlemden uzaklaşıp Hollywood’un o bildiğimiz sularına meylediyor. Şipşak olup biten olaylardan oluşan bir örgü, klişe sözcüğünün tam anlamını veren sonu belli sahneler, abartılı çizilmiş kartondan kötü adamlar.. Ama her klişe, içinde bir parça doğruluk da taşır. Dolayısıyla yönetmenin aksiyonu gazlaması kötü bir tercih değil. Hatta seyirci, o kötü adamın, iyi bir insanın beyniyle yapabileceklerini merakla izliyor. Araya mizah içeren sahneler de serpiştirilmiş. Drama sahnelerinde ise aynı iyimserliğimizi korumamız güç.
CIA ajanını oynayan Ryan Reynolds, ne ilginçtir ki, 2015 yapımı “Selfless”ta benzer bir senaryoda yer almıştı. Hassas bilgilerin taşındığı tehlikeli suçlu Jericho’da ise Kevin Costner, son yıllardaki bitkin duruşunu terk etmiş, 61 yaşına rağmen gayet fit bir görünümle karşımıza çıkıyor. Kötü kalpli ama “iyi” duygularla yeniden tasarlanmış düşünceleri yüzünden sık sık ikilemde kalan Jericho, ister istemez seyircide sempati yaratıyor. Bunda, Costner’ın, yıllar önce bir Clint Eastwood şaheseri olan “A Perfect World”de yaptığı gibi, iyi-kötü arasında gidip gelen bir adamı başarıyla canlandırmasının rolü büyük. Perdede ne yaparsa yapsın seyircinin kızamadığı bir suçlu yaratmak kolay iş değil. Costner ayrıca sinemada, özellikle bizde pek kıymeti bilinmeyen “bakış/bakmak” eyleminin oyunculuğa neler kazandırabileceğini de bir kez daha gösteriyor. Duygularını tamamen dışavuran bir bakış, sayfalarca metne bedel.
Filmin ilginç bir özelliği de Costner ile Tommy Lee Jones ve Gary Oldman’ı “JFK”den sonra bir kez daha buluşturması. Doğrusu, Jones’un doktor ve Oldman’ın CIA yöneticisi tiplemeleri, isimlerinin ağırlığına oranla biraz hafif roller. Sanki bu üç aktör çok gerekmese de bir “reunion” yapmayı istemiş gibi. Kadroda ayrıca “Wonder Woman” karakteriyle önümüzdeki yıllarda daha sık göreceğimiz güzel aktris Gal Gadot da var. Ama tüm bu isimler, Costner’ın resmen tek rol olduğu bir film olduğu için öne çıkamıyor. Gary Oldman’ı merkeze alan yanıltıcı film afişi sizi yanıltmasın.
Tüm bu anlattıklarımızdan sonra aklınızda “klişe” vurgusu kalmış olabilir. Biz de altını bir kez daha çizelim. Film, kötü adamları temizlemekle görevli bir “iyi adam” üzerine kurulu. O “iyi adam”ın ortaya çıkışı ilginç sadece. Öyle çok stilize aksiyon sahneleri de yok. Ama film, görevini yerine getiriyor mu getiriyor. Costner’ın hala iyi durumda olduğunu görmek de hayranlarının yanına kar kalıyor.