Türk filmlerini eleştirirken iki seçenek var gibi.
1. Türkiye’de yapıldığını, imkanların bütçelerin düşük olduğunu düşünerek ve filmi yapıp oynayanların diğer işlerini göz önünde bulundurarak iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştiri..
2. Seyrettiğimiz tüm iyi filmleri göz önüne alarak ve iyi film ölçülerini kullanarak önyargısız ve dürüst eleştri…
İlk kritere göre, iyi film denebilir.. Cem Yılmaz’dan beklediğimiz kadar değilse de eğlenceli. Sıcak insanı ilişkiler, eski Yeşilçam sinemasına saygı. Başı sonu belli olmayan, finali seyirciye bırakılan, ortaya bir sürü fikir atıp hiç bir sonuca varmayan tatmin olmadan çıktığınız abuk subuk filmlerden değil. Gidilir, zaman geçirilir, eğlenilir.
İkinci kritere göre ise kötü film. Çünkü iyi film iyi bir final demektir. Ne kadar eğlenceli sahne koyulsa da, ne kadar çok fikir ve görüş ihtiva etse de bir filmin finali tatmin etmiyorsa o film yarım kalmış demektir. Pek Yakında filminin ilk yarısı gerçekçi ve eğlenceli, ikinci yarısında ise büyük bir inandırıcılık sorunu başlıyor. Final şıpın işi olmuş. Seyircinin beklediği ve istediği gibi bitmesi yani karı-koca-çocuk mutluluğunun sağlanması güzel ama bu sanki artık filmin sonu geldi bunları barıştırmak gerek demek ister gibi bir anda hiç tatmin etmeyen tek bir sahne ile oluyor.
Film son düzlüğe çıktıktan, yani final görüldükten sonra gereksiz derecede uzamış. Bu da son yarım saati izlerken büyük sıkıntı veriyor.
Karısının Zafer’in (Cem Yılmaz) taktığı yeşil maskeden görülen gözleri ve ses tonunundan onu tanımaması inandırıcılık sorunu. Çünkü hepimiz tanıdığımız insanların ses tonu değişse bile konuşma tarzından, vurgularından kısacası fonetiğinden o kişiyi tanırız. Ama Cem Yılmaz sesini sadece biraz kalınlaştırıyor ve 10 yıllık karısı onun olduğunu anlamıyor. Ses tonunu geçtim gözler daha da karakteristiktir..
Hal böyle olunca filmde komediyi ve duygusallığı yaratan “aslında kocası olduğunu bilmiyor” durumu inandırıcılığı kaybediyor. Mış gibi yapıldığı için mış gibi seyretmek gerekiyor. Bunu görmezden gelerek filimi eleştirmek ilk kategoriye giriyor.
Kıvanç Tatlıtuğ ayarında bir ünlüyü sembolize eden Boğaç Boray karakterini bir iki paparazzi numarasıyla bir anda ünsüz hale getirebilmeleri inandırıcı değil. Başrol Zafer’in Avatar-2’nin çıktığı bir dönemde Şahikalar adında 1970lerde yazılmış Dünyayı Kurtaran Adam absürdlüğünde bir senaryoyu sinema filmi haline getirmeye çalışması ve gişede para kazanarak herşeyi düzeltmeyi hayal etmesi de inandırıcı değil. Bir kahramanın tüm parasını böyle saçma bir filme yatırıp köşeyi dönebileceğine inanmadığınız zaman o kahraman inandırıcılığını yitiriyor.
Bir film avantür macera ya da bilmikurgu değilse her adımı baştan sona inandırıcı ve gerçekçi olmalı. Komedi bile olsa. Bir kısmı gerçekçi bazı kısımları “yaptım oldu” tadında olunca geriye tek bir seçenek kalıyor, o filmi 1. kategoriye göre, yani iyi niyetle ya da kötü niyetle eleştirmek.
Son eleştirim ise bazı yapımcıların bazı sabit oyuncuları olması ve her filmde sanki şartmış gibi onlara mutlaka rol vermesi. Bu bile inandırıcılığa vurulmuş bir darbe. İyi bir filmi izlerken seyirci “film çekmişler” dememeli. Kendi dünyasından çıkıp filmin dünyasına tam olarak girebilmeli.
Bu açılardan bakınca Pek Yakında filmi iyi bir film değil, Cem Yılmaz’ın çektiği eğlencelik bir şov.
Son olarak, film eleştirisi niye yapılır, niye yazılır.. Filmi öven film eleştirisi "filme gidin izleyin” demeye çalışırken filmi beğenmeyen film eleştirisi “filme gitmeyin” demeye çalışmaz. Sadece “mutlaka gidin” diyen iyi eleştirilerin bir eleştirisidir sanki..