Amerika'nın arka odası!
Yazar: Fatih YürürSinema estetiğini ne kadarını ciddiye almamız gerektiğini, öykülerinin neresinde bizleri gerim gerim gereceğini, hangi noktada bizi coşturacağını kestiremediğimiz, üçüncü uzun metrajlı filmiyle de önce sebepsiz bir şekilde yerden yere vurulan, sonrasında ise hak ettiği övgüleri üçer beşer toplamaya başlayan genç yönetmen Jeremy Saulnier; önümüzdeki yıllarda gerilim arenasının çok daha güçlü yapımlarını ete kemiğe büründürecek gibi duruyor! 15. !F İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin en çok merak edilen yapımlarından biri olan Dehşet Odası, nihayet ülkemizdeki genel gösterim maratonunu da koşmaya başladı!
İlk uzun metrajlı şiddet senfonisi olan Murder Party ile korku ile kara komediyi başarıyla dans ettiren fakat Macon Blair’in kusursuz ve bir o kadar da tekinsiz performansıyla akıllara kazınan ikinci uzun metrajlı mahsulü Blue Ruin (İntikam) sayesinde; tür filmi meraklılarının radarına yakalanan Saulnier; son filmi Green Room (Dehşet Odası) ile birlikte çıtayı çok çok yükseklere çıkarmıyor belki ama kesinlikle beklentiyi düşürerek geri adım da atmıyor!
Saulnier, her ne kadar estetik anlamda kendi eliyle makyajladığı öncül filmlerinin potansiyel vaadini yerine getirmiş olsa da; üçüncü filmiyle birlikte hem kamerasının hem de kaleminin biraz daha sivrildiğini söyleyebiliriz. The Ain’t Rights adındaki punk rock grubunun körpecik üyelerini, Oregon’un tekinsiz kırsallarına ittiren, onları koyu Neo Nazi sempatizanlarının avucunun içine bırakan Saulnier; belki de yılın en provokatif öykülerininden birinin inşasına bu son derece basit fikirle başlıyor. “Tanık olmamaları gereken bir cinayeti gördükleri için” sahne aldıkları gece kulübünün işletmecileri tarafından bir odaya “kilitlenen” grup üyelerinin hayatta kalma mücadelesi ise; tam da bu noktada başlıyor! İlk etapta sığ bir faşizan güruhun tuzağına düştüğüne inandığımız ekip, her bir adımda derin Amerika çukuruna doğru batmaya, battıkça da şiddet çemberinin tam ortasında sıkışmaya devam ediyor.
“Sinema otoriteleri” her ne kadar senaryonun zayıflığı ve inandırıcılığı konusuna dikkat çekerek filmin notunu üçer beşer düşürmek isteseler de; Saulnier belki de tüm bu unsurları bir süre geri plana iterek; müziği, gerilimi ve atmosferi tam da ihtiyaç duyulan noktalara ustaca yerleştiriyor. Aksak adımlarla ilerlediği düşünülen bu öykünün görsel armonisiyle de; dikkati beklenen anlamda bir gerilimin fonundan çok daha farklı bir noktaya; Oregon varoşlarından çekilen bir derin Amerika fotoğrafına doğru kaydırmayı başarıyor. Bu açıdan da Sam Peckinpah’in perdeye taşıdığı Straw Dogs, John Boorman’ın 1975 tarihli şaheseri Deliverance’ı gibisinden bariz sayabileceğimiz etkilenimlerle birlikte; daha yakın tarihli örnekler arasında yer alan James Watkins’in yazıp yönettiği Eden Lake (Kan Gölü) ya da Rob Zombie’nin şiddet dozajı yüksek tatlı – acı şakası House of 1000 Corpses’i andırması da boşuna değil!
Özetle; sadece metin üzerindeki eksiklikler sebebiyle hızlıca ipe götürülmek istenen Dehşet Odası, selam çaktığı yapımların arasındaki haklı yerini alabilecek kalibrede bir gerilim örneği. Özellikle kafa açıcı müzik kullanımı, türler arasındaki temkinli ve dengeli gezintisi, leziz görüntü işçiliği ve tabii ki Patrick Stewart ile Macon Blair’in leziz performansları sayesinde, bulunması gereken noktadan birkaç adım ileri zıplamayı başarıyor!
Dehşet Odası elbette eşsiz bir gerilim sineması hadisesi değil. Diğer yandan; bir yılda bir elin parmağını geçmeyen tür sineması örnekleri arasında, o ele yüzük parmağı boğumundan bağlı dersek başımız ağrımaz hani!