“Şarkısız bir hayat yaşanmamıştır”
Yazar: Murat Tolga ŞenBaz Luhrmann’ı severim. Romeo ve Juliet’e, Muhteşem Gatsby’e ve Kırmızı Değirmen’e bayılmıştım. Tarzı olan sinemacılardandır ve modası geçmiş hikayelere müthiş dokunuşlar yaparak bambaşka filmler izlememize yol açar. Baştan söyleyeyim, kimi sıkıntılarına rağmen Elvis de o filmlerden biri, bir zamanlar dünyayı sallayan bir müzik insanının, yaşarken hissettiklerini seyirciye deneyimletmek için yemin etmiş gibi bir çabası var.
Elvis, Elvis Presley’in esrarengiz menajeri Albay Tom Parker (Tom Hanks) ile sıradışı ilişkisi üzerinden Elvis Presley’in (Austin Butler) hayatını ve müziğini konu alıyor. Alışık olduğumuz portre filmlerden farklı olarak, sanatçının hayatındaki pek çok şeyi ayıklayıp kırılma noktalarına odaklanıyor. Yoksul bir çocukluk, klişe müziğiyle tanışma, ilk konserler, şöhreti yakalayış, sakıncalı ilan edilmesi, ülke dışı askerlik görevi, Priscilla (Olivia DeJonge) ile evliliği, kızı ile ilişkisi ve çöküş dönemi…
Elvis, birbirine eklenmiş parçalardan oluşan 150 dakikalık bir video klip gibi de izlenebilir. Baz Luhrmann, Elvis’in yeni ve doğru bir sineportresini oluşturmaktan ziyade hala plak-poster-DVD satmasını sağlayan miti büyütmeyi ve yeni nesli de bu ticarete ortak etmeyi deniyor. Buradaki yaklaşımın filmdeki Albay Tom Parker’ın sömürücü dostluğundan pek bir farkı yok gibi.
Ormanlar kralı Tarzan ile Rock’n Roll kralı Elvis’in benzer (ya da benzetilmiş) bir ortak hikayesi var. Biri ormanda kimsesiz bir beyaz çocuk ama nihayetinde tüm ormanın ve ormandakilerin kralı oluyor. Diğeri de siyahlar arasında büyümüş anne-baba sorunlu bir beyaz çocuk. O da büyüyor ve siyahların müziğinin kralı oluyor.
Bir sahnede Elvis mütevazı bir duruşla B.B. King’e “asıl kral sensin” diyor ama B.B. King, 60’ların Amerika’sında bir beyaza “evet, kral benim” demek yerine “hayır, sensin” diyor. Siyahlar için zor zamanlar. Kamera siyahi sanatçılara, sporculara ve siyasetçilere bir silah gibi uzatılmış durumda… Dili biraz uzayan siyahların başına (bknz: Martin Luther King), Muhammed Ali’ye kadar bu böyle…
Biz yine Elvis’e dönelim. Karşımızda görkemli bir iş var, ilk yarısı müthiş ama Elvis’in, kumar düşkünü menejeri vesilesiyle Vegas patronlarının kölesi durumuna geldiği kısım yorucu. Film ilk yarıdaki enerjisini devam ettiremiyor ve bir ajitasyon bataklığına saplanıyor. Senaryonun Elvis’i en başından sonuna kurban gibi gösterip karakterini romantize etmesini de çok sevmedim ama en hoşuma gitmeyen şey tüm bu yaşanmışlığı onu sömüren Albay Tom Parker’ın bakış açısından izlemek oldu.
Burada bir not daha düşeyim Austin Butler, Elvis rolünde ne kadar iyiyse Tom Hanks, Albay rolünde o kadar kötü ve aşırı makyaj çalışması sebebiyle karikatürize… Amaç filme bir çizgi roman estetiği kazandırmaksa, başarılı olunmuş ama biraz daha sakin, mesafeli bir bakış açısını tercih ederdim.
Gelelim filmin en sevdiğim kısmına; “iyi filmlerin iyi müzikleri” olur derler. Elvis’in de görkemli bir soundtrack’i var. Bazı anlarda öyle bir coşturuyor ki koltuğunuzdan kalkıp dans etmek istiyorsunuz. Elvis’in sihri devam ediyor, Baz Luhrmann zor bir işin altından kalkmayı başarmış ancak 150 dakikalık bu deneyim kimi seyirci için aşırı ve yorucu olabilir. Mutlaka sinemada ama enerjiniz yüksekken izleyin. ,
Murat Tolga Şen