Hesabım
    Nergis Hanım
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    Nergis Hanım

    Histen yoksun bir iç gerilim...

    Yazar: Murat Özer

    Bazı hikâyeler vardır, senaristi ya da yönetmeni ‘durum’la tavlar ve o durumun peşinde savrulup gitmelerini sağlarlar. Kimi zaman bu savruluştan dört başı mamur bir sonuç çıkarken, kimi zaman da ‘durum’un etrafını sarabilecek sinema duygusunun unutulduğunu görürüz. Merkezdeki durum o kadar baskındır ki, hikâyenin sadece onun etkisiyle ilerleyip sonuçlanabileceği yanılgısına düşülür. Kısacası, bir hikâye oluşturabilecek malzemenin kıyısında gezinir sinemacılar, ama kendilerini kaptırdıkları durumun içine sıkışıp kalarak hedeflerine ulaşamazlar.

    Görkem Şarkan’ın yazıp yönettiği ilk filmi “Nergis Hanım” da böylesi bir ‘tutku’nun handikaplarını yaşıyor yoğun biçimde. Michael Haneke’nin “Aşk”ını (Amour) hatırlatan bir yapının izlerini süren sinemacı, zorluğu tescilli bir işin altına girerek saygıyı hak ediyor, ancak hedeflediği noktaya gidebilmesi için gereken ‘duygu’nun eksik kaldığı da aşikâr. Yalnızca çıkış noktasıyla sonuca ulaşılmıyor ne yazık ki.

    Filmin hikâyesi, bizi tek mekâna hapsediyor. Alzheimer hastası Nergis Hanım ve oğlu Ekrem arasındaki gelgitli ilişkiyle vücut buluyor bu hikâye. Nergis Hanım’dan ziyade oğlu Ekrem’in hikâyesi bu aslında. Annesine bakabilmek (bakmak zorunda olduğu) için umutlarını çöpe atmış bir karakter Ekrem, kaderi annesinin hastalığıyla çizilmiş. Hastalık nedeniyle sıkıştığı durumdan kurtulmasıysa neredeyse imkânsız. Annesinin gelleri ve gitleriyle iyice zıvanadan çıkması da kaçınılmaz gibi. O noktaya gelmesinin an meselesi olduğunu fark etmekse pek zor değil!

    Görkem Şarkan, “Nergis Hanım”da tek mekânı hikâyenin iç gerilimini tırmandıran bir unsur kimliğiyle kullanmak istiyor haklı olarak. Ancak, yeterince ‘gelişmemiş’ karakterlerle yola çıktığından olsa gerek, bu isteğine ulaştığını söylemek zor. ‘Şiddet’ enstrümanını da ‘öfke’yle eşleştirmeyi başaramadığından, karakterlerin (özellikle de Ekrem’in) duygularının netleşmesi de pek mümkün olmuyor. Ekrem’in sevgiyi artık bir kenara bırakıp öfkeye yönlenen duygu değişimleri de sadece ‘görünen’ üzerinden tasarlanmış durumda filmde. Bu tür hikâyelerin ‘hissedilen’ kısmı es geçilmiş sanki. ‘Yaramaz çocuk’ modelinden çıkıp ‘uslu’ modeline yönelmesi gerekirken (ya da biz öyle düşünüyoruz), gerçeklik duygusunu tetiklemeye yönelik kimi sahneler öne çıkıyor hikâyede. Bunların ölçülü kullanımı filme çok şey katabilirdi, ama fazlalıkla anlam buluyor bu sahneler ve durumun çekiciliğini zedeliyor. Zorunluluktan durduğu yerden nefret eden ve buradan kurtulabilmek için ölümden başka çaresi olmayan Ekrem’in haykırışları duyuluyor belki ama hissedilemiyor filmde.

    Zerrin Sümer  ve Settar Tanrıöğen’in oyunculuklarına da sirayet ediyor bu ‘hissizlik’. İki oyuncu, tek mekânda olamayanı açığa çıkarmak için fazlasıyla dışavurumcu performanslar sergiliyorlar, hikâyeyi tek başlarına sırtladıklarının da farkında olarak. Ama bu seçim, bir kez daha hissettirmekten ziyade ‘gösterme’ temeline dayanıyor ve hikâyenin derinliklerine dalmamızı engelliyor. Alzheimer da bir ‘araç’ olması gerekirken bir ‘amaç’a dönüşüyor bu tür seçimlerle. Başta sözünü ettiğimiz durumun cezbediciliği terse çalışıyor ve filmin ‘tamamlanması’nın önüne geçiyor.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top