Andrei Zyvaginstev, Leviathan’da ilk bakışta oldukça zor bir işe kalkışmış gibi görünüyor: Eski Ahit’ten bir hikayeyi (Eyüp) siyaset felsefesiyle (Hobbes) kesiştirerek günümüz Rusya’sının açmazlarını çözmeye çalışıyor. Hikayesi oldukça basit ve sonu tahmin edilebilir aslında: Devlet, bir adamın evini yıkmak ister, o da bunu engellemek için bir avukat arkadaşından yardım alır. Buradaki Hobbesçu kadir-i mutlak devleti de sezmek çok zor olmasa gerek. O halde basit bir birey–iktidar–erk üçlüsüne mi takılıyoruz Leviathan’da? Bu kadar basit olmayabilir…
Elena’da Suç ve Ceza’yı serbestçe günümüze uyarlamıştı Zyvaginstev; Leviathan’da ise bir nevi Karamazov Kardeşleri –özellikle Büyük Engizitör epizodunu- uyarladığını söyleyebiliriz. Ancak ben filmin distopik havasından dolayı Aldous Huxley’in Brave New World’üyle –ki o da Büyük Engizitör’ün bir uyarlamasıdır esasında- ortak yönlerinin daha baskın olduğunu düşünüyorum. Leviathan, kuşkusuz tam anlamıyla bir “distopik” film değil; fakat özellikle Avrupa için acı bir gelecek tablosu çiziyor. “Peki, nedir bu acı gelecek?” sorusuna cevap vermek gerekirse, Zizek’in başarılı adlandırmasıyla “Asya Tipi Kapitalizm”dir. Bunun elbette direkt olarak Asyalılarla ilgisi yok (Marx’ın “Asya Tipi Üretim Tarzı”na bir göndermedir zaten); bugüne kadar el ele ilerlemiş kapitalizm ve demokrasi arasındaki bağın kopuş noktasına işaret eder bu isimlendirme. Ve Leviathan tam da bunun tasavvurudur, zira bu durumun de facto karşılığı Rusya, Singapur, Çin gibi ülkelerdir – Çin sinemasında kamera genelde sokağa çıkarılmaktan ziyade zamanda geri gönderildiğinden orada çok yankılarını göremesek de özellikle Putin dönemi Rus sinemasında belirgin bir şekilde sezilebilir. Bu noktada “Leviathan” konsepti açıkça beliriyor, o bütün ceberutluğuyla kapitalist devlet. Fakat Zyvaginstev, filminin Putin yönetimine direkt bir eleştiri olmadığını söylüyordu. Brave New World ile ortak yönleri işte bu açıdan kuvvetli. Zyvaginstev filminin salt bir Putin eleştirisi olmadığını söylerken aslında Avrupa’ya “Dikkatli olmazsanızişler buraya varıyor” uyarısı yapmaktadır; bu da oldukça distopik bir anlatım aygıtıdır. Film Cannes’da yarışan öbür politik-eleştirel filmlere kıyasla (Kış Uykusu, Deux jour une nuit, Maps to the Stars gibi) kendi ülkesini kendisi için eleştirmiyor; henüz otoriterleşmemiş, “asyatikleşmemiş” ülkelerde yaşayanlar için yapıyor bunu. Bundan dolayı filmin görüntüleri, çekimleri hep bir ‘çarpıcılık’la, ‘vuruculuk’la beraber anılıyor. Basit bir manzara planı olan o görüntüler karşısında Huxley’nin John’u gibi öylece kalıyoruz. Bizim gibi kalan bir kişi daha var, o da filmdeki dünyaya adapte olmaya çalışan çocuk karakter.