“İç Savaş Günlerinde Aşk”
Yazar: Başak Bıçak2007 yılında çektiği dördüncü filmi Into the Wild ile sinemaseverlerin gönlünde taht kuran Sean Penn, dokuz yıllık bir aradan sonra yeniden yönetmen koltuğuna oturdu. Yıldız oyunculardan oluşan kadrosuyla, iç savaş gibi önemli bir meseleye dikkat çekmeye çalışan ve aslında “iyi niyetli” bir film girişimde bulunan yönetmenin ne yazık ki bu kez baltayı taşa vurduğunu söyleyebiliriz.
Öncelikle belirtmeliyim ki, tarihi gerçeklerden bağımsız olarak değerlendirildiğinde The Last Face, başarısız addedilecek bir yapım değil. Bilakis, meselesi itibariyle yakın tarihin çok fazla değinilmemiş trajedilerinden birine sırtını yaslayarak, salt dış haberlerde kendisine yer edinebilen, dolayısıyla Batı halklarının epey uzak kaldığı olayları beyazperdeye taşıyor. Ancak Sean Penn’in handikabı, kendisinden bir yıl önce Beasts of No Nation gibi sinemasal açıdan son derece güçlü, beyaz kahraman kültüne prim vermeyen bir filmin çekilmiş olması… Hal böyle olunca, ister istemez iki filmin karşılaştırılması kaçınılmaz hale geliyor. The Last Face, teknik olarak Beasts of No Nation’ın yakınından dahi geçemeyecek bir film. Hatta birazdan uzun uzadıya değineceğim tarihi gerçekler bakımından, anlattığı trajediyi çok yüzeysel geçiyor, tarafları açıklamıyor ve büyük bir klişeye başvurarak “beyaz kahraman” yaratıyor. Bu eksikliklerini de, yıldız isimleri barındıran kadrosu ile bilhassa şiddetin ve tıbbi müdahalelerin yer aldığı sahnelerde bazen gereğinden fazla “gerçekçi” olarak örtmeye çalışıyor. Fakat her ne olursa olsun, değindiği problem itibariyle göz ardı edilemeyecek ve “Sean Penn’in en kötü filmi” denilip rafa kaldırılamayacak kadar mühim bir film The Last Face. Çünkü içerisinde eksik de anlatmış olsa, bir trajedi barındırıyor.
Gelelim trajedinin gerçeklik kısmına… Liberya’da 1989 yılından 2003 yılına kadar, Sierra Leone’de 1991-2002 yılları arasında ve Sudan’da bu iki ülkeden bağımsız olarak daha ziyade din merkezli gelişen iç savaşları konu edinen film, yüzünü asıl olarak Liberya’ya çeviriyor. Liberya’daki iç savaş sırasında, 2003 yılında tanışan karakterleri Wren (Charlize Theron) ve Miguel (Javier Bardem), bölgeye gönüllü olarak gelen doktorlar ve onların aşkı ekseninde yaşanan vahşeti gözler önüne sermeye çalışıyor. Ancak, iç savaşın bu bölgelerde neden başladığı, nasıl geliştiği, kimin kimle neden savaştığı soruları havada kalırken, bir de Batı’nın neden bu bölgeyle ilgilenmediğine “kendince sağlam bir yanıt verdiğini” düşünen Sean Penn, aslında bu noktada çok ciddi bir yanılgı içerisine düşüyor. “Batı’nın Ortadoğu’nun petrolünü bırakıp burayla ilgilenmeyeceğini” söylerken, ABD’nin o dönemde uğraştığı Körfez Savaşı meselesine atıf yapmaya çalışıyor ve iç savaşın hâlihazırda ABD destekli olduğunu, insanların yiyecek ve temel ihtiyaç maddelerini bulamazken nasıl bu kadar silah ve diğer mühimmatların çocukların bile elinde olabildiğini ve gerçekte sorunun petrol meselesine dayandığını gözden kaçırıyor. Hatta Liberya ve Sierra Leone’de bir de değerli madenler meselesi ve kontrolü var ki, oraya hiç girmeyelim…
Liberya İç Savaşı, 1989 yılında gün yüzüne çıkmış olsa da, aslında çok uzun yıllardır Liberya halkının içinde bulunduğu anlaşmazlıkların sonucu. Hem de bu anlaşmazlıklar, mezhep ya da din odaklı veyahut ırk kökenli değil, çok şaşırtıcı bir biçimde kimlik temelli. 1800’lü yıllardan sonra, başta İngiltere’de olmak üzere köleliğin kaldırılmasıyla özgürleşen Afrika kökenli kölelerin, biraz misyonerlik biraz da kolonizasyon hayaliyle ama en çok Batılı ülkelerde gelecekte söz sahibi olmaları korkusuyla Liberya’ya yerleştirilmesiyle kurulan Liberya, 1847 yılında Afrika’nın ilk bağımsız cumhuriyeti oldu. Bölgeye gelen Amerikalı Liberyalıların, zaman içerisinde kendilerini yerli halktan, gerçek Liberyalılardan üstüne görmeye, kölelik sisteminin modern bir versiyonunu buradaki yerli halklar üzerinde uygulamaya, yönetim biçimini, ülke kaynaklarını tamamıyla ele geçirip, “vahşiler” olarak tanımladıkları insanları bir tür köleye dönüştürmeleri ve “beyaz adamın Afrika’daki siyah eli” olmalarıyla çatışmanın ilk tohumu atılmış oldu. Yıllar boyu süren Amerikalı Liberyalı hegemonyası, yerli halktan gelen General Doe önderliğindeki 1980 darbesiyle sona erdi. İzleyen süreçte darbenin yerli halkın lehine sonuçlanacağı düşünülürken, General Doe’nun Amerika’yla yakınlaşması ve ABD’nin Afrika’daki en büyük yardımı Liberya’ya yapmaya başlamasıyla darbenin arkasında yatan neden ortaya çıktı. ABD, General Doe’nun devirdiği Tolbert’in sosyalist ülkelerle olan yakınlaşmasından rahatsızlık duymuştu ve aynı yıl içerisinde farklı coğrafyalarda birden fazla darbe yaptırabildiğini kanıtladı(!). Böylece darbenin bırakın yerli halk lehine sonuçlanmasını, birkaç yıl içerisinde önce Doe’nun başlattığı şiddet, ardından da onun ekibinden gelen ve Amerika Liberyalı olan Charles Taylor’la aralarında çıkan anlaşmazlık sonucunda Taylor’ın isyancı haline gelmesiyle Liberya tarihinin en kanlı dönemine giriş yapmış oldu. Taylor’ın ABD’ye kaçması ve iade talebinin Amerika tarafından reddedilmesi üzerine General Doe, yeniden sosyalist Çin’e yaklaştı. Bunun üzerine ABD’de hapisten kaçan Taylor (!), ülkeye geri dönüp isyan hareketini başlatınca, iç savaş da başlamış oldu. 7 yıl süren ve korkunç bir vahşetin yaşandığı, ABD’nin ve BM’nin özellikle Körfez sorunu nedeniyle yeterince ilgilenemediği ilk iç savaşın ardından Amerikalı Liberyalı Taylor yönetimi ele geçirirken, ikinci iç savaşın başlaması Gine’yle olan sorunlar sebebiyle çıktı. Ancak Taylor, General Doe ile benzer bir hata içerisine düştü ve Bush’la petrol paylaşımı anlaşmazlığından kısa süre sonra önce savaş suçlusu ilan edildi, ardından da alaşağı edildi.
İşte 2003’te savaşın siyaseten sonlandığı ve uluslararası kuruluşların yavaş yavaş etkili olmaya başladığı bir dönemde hikâyesine giriş yapan The Last Face, tüm bu gerçekleri göz ardı ederek, uluslararası kuruluşların bölgede karşılaştıkları kadar anlatıyor öyküsünü. Bir Batılı kadar iç savaşın taraflarına, neden çıktığına, geçmişine ve Büyük Güçlerle olan ilişkisine uzak The Last Face, anlattığı hikâyeye evinde oturup haberlerden yaşanan vahşeti öğrenen bir Batılı kadar yabancı kalıyor. Hatta Batı’nın hiçbir şeyden haber yokmuş, Büyük Güçlerin bölgeyle ilgisi yokmuş gibi davranıyor ve aktivist karakteri Wren üzerinden, “Batı’nın ilgisini yaşanan savaşa çekme öyküsüne” dönüştürüyor. Bunu yaparken de, “iki beyaz kahramanın” gözünden vahşeti görselleştirirken, onların yakınına her ne hikmetse sadece Amerikalı Liberyalıları yerleştiriyor.
Filmin tarihi arka planıyla ilgili eksiklerini bir kenara bırakırsak, katliamı gösterme konusunda oldukça başarılı olduğunu söylemek gerekiyor zira film, şiddetin boyutu noktasında otosansür uygulamadığı için, tüm yaşanılanları açık seçik izliyoruz. Bazı seyirciler için zorlayıcı olabilecek bu sekanslar, filmin inandırıcılığını güçlendiriyor ve tempo sorunlarını görmezden gelmemize sebep oluyor.
Ünlü yazar Hemingway ve gazeteci Gelhorn’un, savaş ortasındaki aşklarını andıran Wren ile Miguel’in ilişkisi üzerinden çatışmasını kuran film, nedense finale doğru Terrence Malickvari bir stil veriyor hikâyesine. Malick’in hayranlıkla izlediğimiz felsefi alt yapısı olmadan, salt müzik ve görüntü kullanımı elbette Malick olmak için yeterli değil ama Penn’in bir biçimsel denemeye girişmesi bakımından dikkat çekici sahneler olarak hafızamızda yer ediyor.
Hans Zimmer imzası taşıyan müziklerine rağmen The Last Face, Red Hot Chili Peppers’ın şahane müzikleriyle hatırlayacağımız bir film oluyor. Javier Bardem ve Charlize Theron’un vasatın üzerinde oyunculuklarla karşımıza çıktığı, usta Jean Reno’nun ufacık rolüne rağmen seyir zevkini yükselttiği The Last Face, sıkıntılarına rağmen sonuna kadar ilgiyle izleyebileceğiniz bir film. Into the Wild’dan sonra Sean Penn için büyük bir düşüş mü, kesinlikle öyle, fakat meselesi yüzünden ilgiyi hak ediyor.
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com
https://twitter.com/BasakBicak