Senaryosunu da yazan Jim Jarmusch’un yönetmen koltuğunda oturduğu “Paterson”, Paterson, New Jersey’de yaşayan Paterson (Adam Driver) ve Laura (Golshifteh Farahani çifti ile çevrelerindeki insanların bir haftalık yaşam döngülerine odaklanılan sıra dışı bir film olmuş...
Gelin isterseniz öncelikle o günlerin bir kısmına daha yakından bakarak Jarmusch’un zihnindekileri okumaya çalışalım...
Günlerden Pazartesi:
Saat sabahın altısında, önce Paterson ardından da ikiz bebeklerinin olduğu güzel bir rüya gördüğünü söyleyen Laura uyanıverir...
Ancak Laura, ısıtmış olduğu yatağını terk etmeye kıyamadığı için Paterson kahvaltısını tek başına yaparak dışarıya çıkar...
“Evlerinde bol miktarda kibrit bulunduğunu ve yeni favorilerinin Ohio Blue Tip olduğunu” mırıldanarak işine giden kahramanımız, konuya ilişkin notlarını gün boyunca kullanacağı otobüsün direksiyonunda defterine hızlıca yazarken garaj amirlerinden dertleri katlanarak artan Donny (Rizwan Manji) görünüverir...
Zira otobüs şoförü olan Paterson’ın garajdan çıkarak gün boyu turlayacağı şehrin caddelerinde yola koyulma vakti gelmiştir...
Öğlen yemeği molasında da üç ciltlik “İlahi Komedya” isimli eserinde Cehennem’e, Araf’a ve Cennet’e yaptığı düşsel bir geziyi destanlaştırmış olan Dante Alighieri ve çok sevdiği Laura’nın resimlerinin bulunduğu, maden ocaklarındaki yirminci yüzyıldan kalma madencilerininkini anımsatan “eski moda metal çantasındaki” sandviçi yedikten sonra da aklına gelen dizeleri defterine notlar halinde almaya devam eder...
Akşam eve döndüğünde yazdıklarının şiir, Laura’nın hayalinin de kendi mutfağında ürettiği cup kekleri satarak zengin olmak olduğunu öğreniyoruz...
Köpekleri Marvin’i (Nellie) akşam yürüyüşüne çıkartan Paterson, her zamanki gibi oturttuğu Marvin’i bağlayarak birasını yudumlayarak günün yorgunluğunu atmak üzere Doc’ın (Barry Shabaka Henley) barına girer...
Ki, bilardo oynayan Sam (Trevor Parham) ile ilk kez görerek yeni tanıştığı ikiz kardeşi Dave’de (Troy Parham) oradadır...
Salı:
Bu gününün Pazartesi’den en büyük farkı İran asıllı Laura’nın Pers İmparatorluğu günlerine ilişkin rüyasının yanı sıra her gün değişen otobüs yolcularının aralarında yaptıkları hayata dair ilginç sohbetlerdir...
Paterson’dan şiirlerinin bir kopyasını talep eden Laura bu kez, şarkıcı olmayı kafasına koymuş olup youtube da gördüğü birkaç yüz dolarlık bir gitarı satın almak istemektedir...
Günün son rutini olan Shades Bar’daki gecede yeni simalar Marie (Chasten Harmon) ile onun terk ettiği Everett’dır (William Jackson Harper) ...
Çarşamba:
Tek değişiklik gitarı sipariş etmiş olan Laura’nın bugün perdeleri değil evin duvarını boyuyor olmasıdır...
Geride ertesi hafta başına kadar özellikle de Paterson’un, başına geleceğini asla tahmin dahi etmediği bir şokun da yaşanacağı dört gün daha var ama mevzunun anlatımını biz burada keseceğiz...
Şimdi gelelim diğer hususlara...
“Okurun anlayabileceği, ama epey çaba göstermesi gereken bir şiir yazmak istediğini” bir şiirinde dile getiren radikal biçimde yalınlığı ile yalnız Amerikan şiirine değil modernist şiire de damga vurmuş olan yirminci yüzyıl Amerikan şiirinin belki de en Amerikalı sayılabilecek şairi Rutherford, New Jersey’li William Carlos Williams ile siyah – beyaz sinema günlerinin “Island of Lost Souls” (1932) ve “Bud Abbott (Paterson, New Jersey’li) Lou Costello Meet Frankenstein” (1948) filmlerine yapılan saygı duruşu, “nostalji” denilerek basitçe geçiştirilecek şeyler olamaz...
Ancak “spoiler” vermiş olmamak adına ayrıntılarına girmeyeceğiz...
Aynen içinde bulunduğumuz teknoloji çağında Paterson’ın aklına estikçe defterine not ettiği şiirleri, zahmet edip bir bilgisayara ve hatta bir bellek kartına aktararak “tam garanti” altına almak yerine sokakta bir akşam iş çıkışı tesadüfen karşılaşarak tanıştığı, “çocuk denilecek” on yaşındaki genç şaire (Sterling Jerins) benzer bir biçimde sadece defterinin içinde tutmasına hiç değinmeyeceğimiz gibi...
Hani bizce, o defterin içinde eksik olan tek şey de kurutulmuş gül, menekşe ve sair gibi çok eski yıllardan kalmış olan antika alışkanlıklar...
Elbette Paterson’ın cep telefonu kullanmayı reddetmesi de ayrı bir bahis...
Hele de Paterson’ın, (yüzde yüz katıldığımız) “Tercüme şiir yağmurluk ile duş yapmak gibidir” diyen bir Japon şair (Masatoshi Nagase) ile yaptığı söyleşi de öyle “laf olsun, torba dolsun” şeklinde senaryolar kaleme alarak filmler çekmeyen Jarmusch düşünülünce, hiç de yabana atılacak cinsten değildir...
Aradan geçen bunca zamana rağmen bugüne kadar izlememiş olalar ile yorumumuzda “dikkat çektiğimiz hususları” ıskalamış olanlara, bu “beyin yakıcı” filmi izlemelerini hararetle öneriyoruz...
Keyifli seyirler,