İçe yazılan şiirlerin tarifinde…
Yazar: Banu BozdemirFarklı bakış açılarıyla hem kendini hem de bizleri açımlamayı seven Amerikan Bağımsızlarının medar-ı iftiharı Jim Jarmusch son filmi Paterson’la yine farklı, bir parça komik ve ironik bir filmle sıradanlığın şiirini yazıyor adeta. Önce filmlerinin karakterlerini ve onları oynayacak farklı oyuncuları tespit eden ve hayatın içinden bir yerlere not ettiği detaylardan bir hikaye oluşturan yönetmen kendi yönetmenlik kanunlarıyla yoğrulan ve bunun da hakkını gani gani veren isimlerden. İnsanlık olarak gezegenimize fazlasıyla kirlilik yaydığımızı düşünen Jarmusch artık karşılıklı konuşmaların, yürüyüşlere çıkmanın, ağaca düşen güneş ışığının basit önemine yoğunlaşmamız gerektiğinden bahsetmişti bir söyleşisinde. O farkındalıkla bakıp, basit şeyleri yoğun duygularla kendisine çektiğini düşünüyorum o yüzden. Paterson da tam bu yolun yolcusu bir film işte.
Bir önceki ve çok sevilen filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’da herkesin bir parça yalayıp yuttuğu vampir meselesine yine kendi penceresinden bakıp, kirlenen kanın kirlenen aşka etkisini sorgulamıştı Eve ve Adam’ın sonsuzluk dolu bedenlerinde. Burada New Jersey’in Paterson şehrinde yaşayan ve yaşadığı şehirle aynı ismi taşıyan Paterson adlı gizli/kendine şair otobüs şoförünün ve karısı Laura’nın kendi içlerindeki minimal çıkışlarına bir metropol mantığında dışavurumcu bir bakış atıyor.
Paterson’ı Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ın altında bir ivmede sevgiyle karşılayacak olan seyirci için şunu söyleyebilirim ki bir rutine bağlanmış gibi gözükse de birey olmanın özgün tarafları, çevresel etkileri ve dışavurumu konusunda bir hayli çok şey söylüyor. Paterson çevresine çizdiği görünmez çitin üzerinden her gün kendi pasifize tarzında atlamaya çalışan, iş arası küçük defterine pek de şairane olmayan dizeler karalayan ama bunları günışığına çıkartmak gibi en ufak isteği bulunmayan bir adam. Patersonlı şair William Carlos Williams’a olan hayranlığını film boyunca hissettiren Paterson her gün aynı yolları arşınlayıp, aynı yolcuları aynı duraklardan alıp aynı duraklara bırakan bu aynılık içinde ilham gelmesini bekleyen bir kasabalı. Karısı Laura’nın evde yarattığı siyah beyaz hareketlilik karşısında yine kendi rutinine sığınıyor Paterson. Laura ise perdeden örtülere, duvarlara kadar siyah beyazın geometrisinde eve sıkışmış bir izlenim uyandırsa da yaptığı keklerin satışından gelen parayla aldığı gitardan çıkan ilk tınıları etrafa saçma arzusuyla kocasının ayarlı duygusundan ayrılıyor. Ama zıtlığın, bu siyah beyazlığın birbirine geçen uyumu var evin her köşesinde! Gerilimden uzak, hafif bir yükselme olsa da yolumuza baksak diye ara ara içimizden geçirdiğimiz film, metropolün sinematik dökümünü de Jarmusch tarzı ortaya seriyor. Aynı yolları aynı şekilde arşınlamamıza rağmen sıkılmıyoruz. Bu tam da karakterle beraber işleyiş kazanan mekanlarla ilgili!
Her gün onun gelişini pencereden gözleyen ve koltuğuna kurulan köpeğiyle akşam gezmeleri sonrası onun barın kapısında bırakması filmde küçük bir çatışma yaratmıyor değil. Ama o kadar. Bar deyince erkek muhabbeti dönen, Paterson için farklı bir dünyanın kapılarının açıldığı atmosfer sanabilirsiniz, ama adamımızın oradaki muhabbeti de duvara asılı fotoğraflarla göz göze geçerek oluyor. Sınırlı mekanlarda, sınırlı gözlem şansı bulduğu detayları atlamamaya hevesli Paterson’ın küçük bir kızla hesapta yokken yaptığı ve rutinini kırdığı muhabbetle dört satır ilham gelmesi arasında gayet ince bir çizgi var! Ve bu ince çizgiler birleşerek 60’lar havasının hakim olduğu bir kasabada sıradan bir çiftin minimal dünyasında başarılı bir döngü atmosferi yaratıyor ve bunu bize her kısıtlanmışlığa rağmen keyifle aksettirdiğini düşünüyorum.
Filmin duygusu oyuncuların da bir parça kendilerini kısıtladığını ve bu dünyanın içinde çok daha görünür olmak istediklerini düşündürtüyor. Ama yönetmenin bireyin etrafında turladığı bu sakin filmi kendi adıma sevdim, ihtişamsız, siyah beyazın önderliğinde, içe yazılan şiirlerin tarifinde, uzakta ama rutinin aynı dinginliğinde ve tam da Jarmusch’un tercih ettiği gibi…