BİLİNÇLİ VAHŞETİN YETKESİ
Sevgi Ozan
Bu satırlara başlayabilmek için türlü işkencelerden ve içsel sıkıntılar geçtim, hala da geçmekteyim. Yeryüzünde aykırı olguların ve kehanetlerin gerçekleştiği bir döneme bilincinde olmaksızın tanıklık ettiğimiz koşullardayız. Uzamından kaçılamayan, birbirinin hem devamı hem de yan yana dizilişinin ayrılığından kopan bu sahneler, anlatımın imgelerinde olduğu gibi uçurumlar yaratacak kadar bilinçli bir çılgınlık yolundan geçerler.
Delilik ya da usluluk birbiriyle taban tabana zıt olarak tanımlanan birçok ifade gibi kullanımında erken davranılmış ve çoğu zamanda gelişi güzel uygulanmıştır. Bu konu üzerinde duruyor ve size kalbinizle gösterebileceğim ifadeler arıyorum. Ne yazık ki bulmakta çok zorlandığımı söylemeliyim. Sonunda uyuşukluk veren bu çelişkiden bir an sıyrılarak, her şeyin başladığı tarih evine (Kronos’un doğduğu yer)değil de; yeniden patlak verdiğine tanık olduğumuz, gerçekleşmesi hiç istenmeyen lakin artık tarihin izinde rastlayacağımız bir olguya değinmekte kendimi mecbur hissediyorum.
Yaklaşık bir hafta önce anormal yaşamımı normalleştirerek karantina sürecimi ardı sıra okuduğum kitaplarımla saklanarak geçirirken, küresel ağımız ve kitle iletişim araçlarımız sayesinde yankı uyandıran bilinçli bir vahşettir ki, maalesef gerçekleşti. Bir ünlemle duraksayarak soluklar kesili halde hareketsiz kaldık şimdi!
Vahşet denilince birçoğunuzun aklına sapkın ölümler, kesik uzuvlar ve kan donduran cinayetler gelecektir. Kimilerine göre (yerel yasalara) temiz(alışıldık ölüm) olan bu cinayet yaşam gereği zorunlu olan nefesin zorbalıkla geri alınması kadar normal bir öldürme (uygarlığın mezarlığında doğal bir ölüm kalmış gibi) eylemi olarak görülebilir. Keskin bıçak sırtı kadar demirlenmiş inançların geri dönülmezliği tartışmasız tümellikle katidir. Bende bu vb. tavırlara karşılık hükmü verenlere soru sormak ya da cevap almak niyetinde olmadım hiç. Anayasanın temelinde gerek vatandaşları gerekse toplum ve kamu düzenini koruma adına görevlendirdiği bir polis rastgele(izinli serbestlik) bir hükümle kara derili bir adamı soruşturulmamış bir benzerlikle cezasını kesebilir ardından suçluyu çar çabuk bir infazla ödüllendirebilir! Terazide vicdansızlıkla kızaran bir yüze rastlamamakta üstüne cabası! Kusurumu bağışlayın, birbiri ardına uygun görülmeyen lakin kabul edilebilir bu olguların altında yatan gizin açığa çıkmasını eminim ki en az benim kadar sizde dilersiniz. Uygarlığın inşa edildiği yeryüzünün her devletinde, bu örneğe benzer yerel polisin yasadaki yeri açıklanacak olunsaydı; sınırlandırılmamış görevin yükümlü olan tarafından tercih edildiğinde kişisel olmaktan çıkıp, hem kamu hem de yasa adına kendince ayrıcalıkların kontrollü kullanımından başka şey olmadığı görebiliyoruz. Özür dileyerek belirtmeliyim ki, tüm dünyanın nefret söylemleriyle ayaklandığı bu olgular tarihin evinde(zaman) yaşanırken bir defalığına mahsus olmayıp, şimdide olduğu gibi geçmiş ve gelecekteki olası tüm zamanlarda da geçerliliğini koruyacaktır.
Bağlantıyı koparmaksızın konumuz üzerine tam da şu sıralarda elime geçen Arundhatı Roy’ un Küçük Şeylerin Tanrısı(1997)adlı yapıtın satırlarında, dünya yurttaşlığından pay alamamış kara(oldukça yanık) derili bir adamın kısa ve yitik öyküsüyle karşılaştım. Irkçılığın meşruluğunu eleştirmek adına yazılmış, okuyucuyu uyandırma arzusu güden tüm romanlarda olduğu gibi bu romanda yaşananlar da bizi şaşırtmaya yetmemiştir. Bu satırlarda aktarıldığı üzere, yanık derililerin kaderlerine işlenmiş sahneler hep aynı zalim sonla gözler önüne serilmiştir. Bundan çıkaracağımız ders şudur ki “ Kara derili bir adamın üzerinde kan hemen hemen hiç görünmez.” Sanki ne doğmuş ne de ölmüştür, fark edilmeksizin çiğnenmiş bir ottur bitmesi güç olan. Tarihin yardakçıları ve susamışları bu sahnelerde konuşturulur. Hala çözülmesine göz ardı edilen eşitsizlik ve özgürlük problemi edebi karakterlerin de baş edemediği bir durumdur. Bu hikâyelerdeki analizin şeffaflığı sorunun anlaşılması açısından ayrımsayamadığım karga seslerinin bulanıklığından biraz olsun kurtardı beni diyebilirim.
Olgunun teorik ideolojisinin arkasında o görünmeyen (kötülük) yasa, insanlığın kendinden kopardığı doğaya ve doğanın yaşamlarıyla olan uyumu parçalayarak asli ereğinin peşinden koşuyor. Dehşeti onaylıyor! Gerçekleşmesi için tüm olanakları bir statü ile sağlıyor. Henüz itiraf edilmemiş iç kemiren korkularla, gücü pekiştirmek adına güçsüze duyulan nefretle yeni ezilenler yaratıyor. Düz çizginin ucunu bulana dek çizginin altındaki yaşamcıklara (yeryüzünde kısa kalması gerekenler) nefes aldırmaksızın boğuyor.
Yanık ten, buğday ten, ara renklerin topraksı sıcağıyla sulanmış verimli toprakların kölesi olmayan efendi. Hem doğanın kölesi hem de onun efendisi. İnsanın yabancılaşmadan kalan Dionysosçu yanı. Henüz uygarlıkla beyazlatılmamış, güneşin kavurduğu büyüleyici yanıklar kadar berrak yaşam umudunuz yok olmasın hiç!
Şu korkunç zamanlarda aynı ağızdan verili görevden kaynaklı suçun bireyselliğini haykıran dünyanın tümü, yine aldanıyorsunuz! Yetkenin tümelliğindeki us, kişisel çıkarlarla ve budala zorbalıklarla karıştırmamalıdır. Nefret kusan haykırışlar maalesef ki bir sonraki ölçülü şiddet ve ustaca yerine getirilen katlin sonucunda, yeniden vicdan sandıklarının çıkarılmasına kişisel olmayan şiddete yönelecek ve az bir zamanda sonra yine tükenecektir. Buradaki mevcut delilik, yasanın içinden adaleti kemiren kurdun beslediği solucan olacaktır. Sorumluluk ve görevini yerine getirmenin verdiği coşkuyla suçluluk hissedilmemesi gereken bir zaaftır. Asıl bundan sonrasında adil terazideki değerler gurur ve kibir gibi ölçeklerle yer değiştirecek. Uslamlama ve yasanın gri tarlasında sürülen, hasat meyvesini veren kaynağın gerçekte kontrollü zorbalık olduğu kim yüksek sesle söyleyebilir! Aklın ucundan geçmeyen, deliliğin kalbinde gizlidir. Bu olayların patlak vermesinden kısa zaman sonra izlemeye gerek duyduğum bir filmden örneklemelerde bulunacağım şimdi. Yeşil Yol(Yeşil Yol, 1999, Frank Darabont) adlı filmin kötü adamı olan Vahşi Bill’de delilikle gizlediğini sandığı vahşetin, ilahi dokunaçlar aracılığıyla su yüzüne çıkarıldığını görmekteyiz. Usun otoritesinden kurtulan insanın kalbinden saklayamadığı gizi bir anda gören, masumların acısını bedenindeki yeni yaralarla iyileştiren John Coffey gibi yüceliğini keşfetmiş biri gerçek hayatta bizim de karşımıza çıkacak mıdır? İmgelemlerin kopukluğunda bağlandığımız vahşete sevgi aracılığıyla izin verilmiştir. Vahşi Bill çocuk(kirlenmemiş-saf) kurbanlarını onların birbirlerine olan sevgileriyle öldürerek cehennemin dahi yakamayacağı bir suç işledi. “Ama maalesef bu durum tüm dünyada böyle… Değil mi” Vahşi Bill gibileri her zaman var olacak mı? Böyle kötü adamlar, hükümlü suçun infazına kadar pişmanlık duymaksızın saf kötülük uğruna eylemini gerçekleştirir. Çok yakın zamanda yaşanan polis cinayetinde olduğu gibi “Öfkenin olduğu yerde uçurum vardır. Yapılan bilinçli ve ısrarlı bir vahşettir. Bütün bunlar hesaplı yapılmıştır” amacı salt kötülük için olan. (Arundhatı Roy, Küçük Şeylerin Tanrısı, 1997)
Bu satırlar bir nebzede olsa size bir bakıma duygudaşlık kazandırabilir. Bir başkasının acısını anlama, duyumsama vb. anlaşılmaya dair ezeli çabalar gibi… Fakat tarihte uygulanan ve yaşanılması dehşet veren anların tarifi edilmesi biçimce ne kadar kusursuz olursa olsun anlaşılması anlamca olanaksızdır. İçinde bulunduğu bu acılardan maddesel hasarın aksine, kalben yorulan vicdanının varlığından usanmış kişi için, uyku kaçırtan bu karabasanlar huzursuzluğun anlamını keşfetmek için vardır. Bize gerek olan bilinçli bir huzursuzluktur. John’un yazgısını kabul edişindeki cesarette böylesi bir açık yürekliliktedir(duygudaşlık).
“Yoruldum, patron.
Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar
Yalnız kalmaktan yoruldum
Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım,
Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri…
İnsanların birbirine kötü davranmasındasın bıktım,
Her gün dünyada hissettiğimi duyduğum acılardan
Bıktım,
Çok fazla var
Sanki her an kafama cam parçaları batıyor
Anlıyor musun?”
(Yeşil Yol, 1999, Frank Darabont)
Artık bizde dünyayı karşımıza alıp uygarlığın uyduruk düzenini sağlayan bu kötücül yaşam karşısında yorulduğumuzu söylemekten çekinmemeliyiz. Fakat avazımız çıktığı kadar kötülüğün zulmüne lanet okusak neye yarar? Damgalı suç ve nefret söylemlerimize uyum sağlayan nesnemizi yitirdiğimizde, kötülüğe karşı duyduğumuz o öfke içimizde yanan ateşi dindirecek ve bizi yeniden huzura kavuşturacak mı sanırsınız? Bu hayatta, yaşamın saçmalığı ve kötülüğün üzerine irdelemeksizin düşünmeyecek kadar kısa yaşayamayız. Biz, çilelerle dolu bir hayat süreriz… Şuanda hükmün kim ve hangi güç tarafından verildiğinin bir önemi kalmış mıdır? Suçluyu tıpkı onun kurbana yaptığı vahşetini yaşaması adına kat be kat fazla bedensel acı çekmesini isteyerek, adaletin bir yer değiş tokuşla kötülüğün kökünden kazındığını hiç sanmayalım. Bedensel acı bu dünyanın kısa vadeli acısıdır. Hesaplaşması bitimsiz süren ceza, ruhun ölümsüzlüğünde katlanılan kramplarda çekilir. İstenmesi gereken adil ceza ise ruha ıstırap veren vicdanın varlığını anımsatmak olmalıdır. Bu yanılgılardan kaçınılmazsa, yeşil yaratıklar gibi yüreğimizi zehirleyebilir. Haklı öfkemiz duygularımızdan sıyrılır ve kopar. Bizleri de tümel usun sloganlıyla yanıp tutuşan klavye gardiyanlarına dönüştürür.
Uçurumumuzu hem daralttık hem de gitgide derinleştirdik. İnşa edilen ya da verili olan, birbirine zıt bu küçük olguların ürkütücü derinliği, sesimizdeki yankıları daha uzaklara ulaştırma arzusunu beraberinde taşır. Tek dileğimiz ıstırabın doğuşu olmaktan öteye gitmez.(Stalker, İz sürücü: Andrey Tarkovsy)
Tüm bunların üzerine akılcılıkla buluşturulan tatmin ve yıkma arzusundaki çelişki ve imkânsızlık üzerine bir şeyler söylemenin vakti geldi de geçti neredeyse. Yeryüzü dünyasında yaşam süregeldiğinden bu yana bin bir çeşit insan, kadın, çocuk, yaşlı, genç, ergin olgunlaşmamış vb. yaşamlardaki (elbette çok şey sıralanabilir) karmaşıklığın büyüsüyle iç içe geçirdiğimiz halkları, tarihleri yazgıları ve savaşları hesaba kata kata gittik. Peki, ya ne bulmayı umduk? Artık basit konuşalım ki derinlerde yankısını bulduğumuz uçurumları aşabilelim…
İnsan-doğa ilişkisi gittikçe tuhaflaşıyor doğrusu. Teoriyi sistematik ve güzel gösteren insan, uygarlığının doruklarında doğayla yeni biçim arayışlarına girmiştir. Bildiğiniz üzere de kendini ve doğayı alt ederek onu tahakkümü altına alan insan, ister yeryüzü ilişkileri olsun ister dünyevi olmayan ilahi ilişkiler olsun, tüm etkileşimlerinde yabancılaşarak tarihin yardakçı rolünün prototipini üstelenmiştir. Bu ele avuca sığmayan gözü pek alçaklık, mümkün dünyaların çığırtkanlığıyla çok aşağıları temsil ediyor. Yalnızlaşan bu insan, bir gün düştüğünün(ölüm-günü) farkına varabilecek mi dersiniz? Büyük laflar etmiş gibi görünmek gururu(benim dahi) çoğu kere okşayabilir(hatalı ve aşağılık bir davranış olsa da).
Evrenin merkezine güneş yerine kendini koyan o ulu insan bildiği tüm kutsallıkları öldürdü nihayetinde. Durdurulmaksızın ilerleyen güç istenciyle yumurta akı kadar şeffaf olan modern derili yaratık, devlerin omuzlarında yükseldiğini sanır. Pigmentler ve renkli deri tonlarıyla doğa karşı uygar laboratuvarlarda insanlık vahşeti ve gerekçesi bir anda tarihteki kirli yüzünü gösteriyor. Her şeyin nedeni, nereye gideceğimizin hükmü, şeffaf uygarlığın gölgesinde yıldırımlar çarpan ruhları ağaçlar gibi kızartmakta. Artık o tanrı gibidir (gibisi fazla).
Hikâye böyle devam edip gitmekteyse de bir engel var karşımızda. İşte durmakta! “ İnsan ne boyun eğebildiği nede tapabildiği şeyi tahrip etmek için duyduğu güdüyü dizginleyemedi. Erkliğin ve onun ihtiyaçları: doğanın gücüyle, kendi güç istencinin arasında aşılması güç bu derin uçurumdadır.”
Yeşil Yol adlı filminin (Frank Darabont,1999) tinsel kahramanı olan John Coffey sessizce haykırdığında bedenindeki yaralı pullar gibi dökülmüştü bu sözler “Bu dünyada öyle şeyler oluyor ki tanrının bunlara nasıl izin verdiğini merak ediyorum. (gardiyan Paul’a söyleterek elbette)