Bir mucize gerektiği kesin...
Yazar: Melis ZararsızMeleklerin Mucizesi bu hafta vizyona girdi. Yönetmeni Biray Dalkıran’ın geçtiğimiz hafta da bir filmi vizyona girmişti (Peri Masalı), hatta kendisi şu an da yeni filminin setinde, Kıbrıs’ta; bu ara epey verimli bir döneminde anlaşılan.
Peri Masalı’nın eleştiri yazısında çok güzel bir film olabilecekken, cımbızla çekilip çıkartılacak küçük hata/eksikleri olduğundan dem vurmuş, açıkçası artık profesyonel olduğunu düşündüğüm bir yönetmenin işi olduğu için, daha iyi bir film beklediğimden, hayal kırıklığına uğradığımı anlatmaya çalıştığım bir yazı yazmıştım. Eğer Meleklerin Mucizesi’ni daha önce izleseydim, mutlaka ve mutlaka Peri Masalı’na daha olumlu bakar, Peri Masalı daha sonra çekilmiş olsaydı, yönetmenin filmlerinde gelişme olduğunu düşünürdüm. Fakat maalesef Meleklerin Mucizesi, birkaç adım geri atmanın da ötesinde, gerçekten başarısız bir yapım.
Kişisel gelişim konusunun tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Kişinin kendisine güvenmesinin, ve bununla beraber evrene de güvenmesinin, ya da şöyle diyelim, aslında bir takım dünyevi inançlara da sahip olmasının gerekliliğini anlatan yüzlerce kitap, tv programı, dvd, hatta melek kartları gibi farklı farklı ürünler var piyasada. Açıkçası şu an sektörde yönetmen/senarist olarak çalışıyor olsam, bu konuyu ele almayı düşünebilirdim, gayet mantıklı ve nokta atışı bir hareket olarak bakabiliriz buna. Özellikle son zamanlarda toplumumuzda yaşadığımız olumsuz meseleler nedeniyle aslında biraz inanca, biraz güvene o kadar ihtiyacımız var ki, suya sabuna dokunmadan da olsa salt bu konuları sinemaya taşımak için gayet doğru bir zamanlama olabilir. Gelgelelim Meleklerin Mucizesi maalesef gerek senaryo, gerek oyunculuklar açısından o kadar yapay bir tat bırakıyor ki insanın ağzında, insan gerçekten verilen emeğe, harcanan zamana ve daha pek çok şeye üzülüyor.
Peri Masalı’nda başroldeki ikili gayet güzel oyunculuklar sergilemişlerdi ve filmin eksiklerini büyük ölçüde kapatan bir unsur olmuştu bu. Kaldı ki orada da yan rollerdeki bazı oyunculukların yapaylığı, iki dakikalık bir rol bile olsa rahatsız etmişti, Meleklerin Mucizesi’nde ise durum keşke yine öyle olsaydı demekten kendimizi alamıyoruz zira burada başrol oyuncusu (Hakan Türkşen) o kadar inandırıcılıktan uzak bir performans sergiliyor ki, yan roller, mekanlar, müzikler, hiçbir şey bunu kurtaramıyor ne yazık ki…
Kısaca konudan bahsetmemiz gerekirse, Hakan Türkşen’in canlandırdığı Hakan karakteri geçmişinde yaşadığı olumsuzluklar sebebiyle,bir kaybeden olarak, özgüvenini yitirmiş bir biçimde yaşamakta, hatta yaşayamamaktadır, sürekli intihar girişiminde bulunur. Bu girişimlerden bir tanesinden sonra hayatına giren Nur, melek olduğunu iddia etmektedir fakat Hakan ona elbette inanmaz. Halbuki meleklere, yani evrende onu koruyan bir güce inansa, hayatı bambaşka bir hale bürünecektir kahramanımızın. Bir süre sonra öyle de olur. Hakan’ın köprüden atlama denemesi esnasında Nur’un kendini attığı sahne ve filmin, hayatınıza giren “melek” konusu etrafındaki diğer detaylarının Luc Besson imzalı Angel-A filmini hatırlattığını da söylemeden geçmeyelim.
Kötülükler neden hep beni buluyor demek yerine biraz bakış açımızı, odak noktamızı değiştirerek, sakinleşerek ve etrafımızdaki işaretleri takip ederek hayatımızı yoluna sokabileceğimize kişisel olarak benim de inancım sonsuz. Fakat bu konu maalesef bu filmde harcanmış. İnsanı, ciddiye alamayıp güldürecek derecede inandırıcılıktan yoksun bir oyunculuk, özensiz diyaloglar, seyirciyi neredeyse aptal yerine koyarmışçasına kör gözüm parmağına olay gelişmeleri (örneğin kahramanın başına gelen üç olay ve akabinde o üç olayın tek tek çözümlenmesi gibi), özellikle de filmin o “öğretici” üslubu, tam anlamıyla itici olmuş. Filmi izlerken aklıma gelen, özellikle bir zamanlar televizyonda daha sık rastlamakta olduğumuz kamu spotları oldu. Film, o kadar kamu spotu tadı veriyor ki, neredeyse bir süre sonra perdede, “bakın gördünüz mü, böyle yaparsanız böyle olur, siz siz olun bunlara şunlara dikkat edin”şeklinde büyük puntolarla yazılar çıkacak sandım.
Bir film çekmeye başlamak elbette önce akla gelen bir fikirle olur. Biray Dalkıran’ın güzel fikirler bulabilen biri olduğunu, bunu da özellikle reklam filmi yönetmenliği deneyimleriyle birleştirip ortaya göze şık görünen görüntülere sahip sevimli, sıcak hikayeler/filmler çıkarmak istediğini, daha doğrusu, sinema yapmanın mutfağında bu iki donenin yeterli olduğunu düşündüğünü sanıyorum. Kendisi, çevresi epey geniş, sektörde kendini tanıtmış ve kabul ettirmiş, teknik anlamda da becerikli bir yönetmen, belli ki film çekmek için herkesin hemen ulaşamayacağı şekilde yeterli yapım gücünü de elde edebiliyor. Hal böyleyken gerçekten bir sinema filmi çekmek için mutfakta sadece fikir ve ‘kaliteli görüntü’den çok daha fazlasının gerektiğini hatırlatmaktan ve elindeki doneleri, bu eksikleri kapattıktan sonra çok daha iyi projelerde kullanmasını beklemekten, ummaktan başka yapacak bir şey yok.