Unutmayı unutturmamak üzerine!
Yazar: Banu BozdemirStill Alice / Unutma Beni konusuyla olduğu kadar oyuncu performansıyla da dikkat çeken bir film. Alice Howland’a can veren Julianne Moore hem Altın Küre de hem Bafta da en iyi kadın oyuncu ödülünün sahibi oldu. Darısı Oscar’a mı desek? Gerçekten de zorlayıcı bir rol olsa gerek, hayatı boyunca emekle eklediklerini çabucak kaybeden birini oynamak!
Filmi izlerken en yakın örnekleme olarak aklıma ünlü yazar Iris Murdoch’un hayatını anlatan Irish filmi geldi. O da çok dolu dolu ve sevgi dolu bir hayatın ardından alhzeimer hastalığının pençesine düşüyor ve dolu dolu olan beyninin can yakıcı bir şekilde boşalmasını anlatıyordu. Irish filminden sonra şunu düşünmüştüm, aynı şeyi Unutma Beni için de hissettim: Alzheimer herkes için çok kötü (bu anlamda Yeşim Ustaoğlu’nun Pandoranın Kutusu inanılmaz etkiliydi) ama sanırım üreten, yazan, anlatan birisi için daha trajik bir son yaşatıyor. Beyni tıkır tıkır çalışan, yazan ve bunu başkalarına taşıyan (kısaca kelimelerle oynayan diyelim) bir insanın unutması kesinlikle daha acı! Zaten film bu konuda da açıklama getiriyor okumuş etmiş insanlarda daha tesirli olduğunu söylüyor hastalığın!
Film Lisa Genova’nın aynı adlı romanından uyarlama. Yazarın nörobilim dalında doktorasının olması hikayenin gerçek gözlemlere dayanma ihtimalini güçlendiriyor. Yazardan bahsetmişken hemen yönetmenden de bahsedelim. Filmin iki yönetmeninden biri olan Richard Glatzer 2001 yılında konan ALS teşhisi nedeniyle konuşma yetisini kaybettiği için filmi ipad yardımıyla yönetmiş!
Unutma Beni bir kadının dramını anlatırken aynı zamanda ona tanıklık eden bir ailenin dramını da araya eklemlemiş. Aslında bir aile paslasması, hesaplaşması yaşanıyor. Hastalığın genetik yapısı ve anneden çocuklara geçme ihtimalinin olması trajediyi ikiye katlarken aile içindeki bireylerin her birinin bu hastalıkla kendi hesaplaşmasını da anlatıyor. Alice Howland kesinlikle çok güçlü bir karakter olarak çizilmiş, her şeyin farkında ve kendine bu durumu kabul ettirmeye çalışıyor. Yavaş yavaş unuttuğunu fark ettiği için başka şansı da yok aslında. Kendisine çektiği ‘unutma videosu’ da gayet etkili bir yer tutuyor filmin seyrinde. Aile bireylerinin önünde cereyan eden olaydan herkes kendince nasipleniyor. Ailenin en duygusal ve tutarlı gibi görünen büyük kızı Anna’nın bu hastalık karşısında tavrı gayet soğukkanlı oluyor, üstelik genetik bir miras olarak alacağı ve belki de kendi çocuğuna devredeceği bu hastalığı umursamadan çocuk yapıyor ve anneden uzaklaşıyor.
Erkek çocuk Tom ise filmden ve anneden kopuk resmedilmiş. Sanki anne ve kızlar arasında yolunu bulmaya çalışan bir film diyeceğim ama bir de baba faktörü var tabii. Kendisi de öğretim görevlisi olan John karısına tam destek ama bir yerden sonra onun da enerjisi tükeniyor. Yanında sürekli ve hızlı bir şekilde unutan birinin varlığı onu zorluyor. Filmin en şaşırtan tarafı tiyatroyla uğraşan, kendisini bulmak uğruna sürekli evden kopup başka şehirlere giden evin küçük kızı Lydia’nın tavrı galiba. Annesini bu zor süreçte yalnız bırakmıyor ve en büyük desteği oluyor. Filmin özelliği de bu. Alzheimer olan kişinin trajedisine ortak olanların ne kadar tahammül edeceği. Film bunu güzel bir yerden yakalıyor herkesin psikolojisi üzerinden unutma hastalığını unutturmamaya çalışıyor. Julianne Moore çok fazla filmde karşımıza çıkıyor ve hepsine farklı bir enerji kattığını düşünüyorum, bu film de onlardan biri. Enerjisiyle yakalıyor seyirciyi! Bu trajediye ortak olmak gerek diye düşünüyorum.
twitter.com/BanuBozdemir