Ortaya karışık bir Kabuktaki Hayalet
Yazar: Su BahadırMasamune Shirow'un yarattığı Ghost in the Shell serisi mangasıyla büyük beğeni toplayan bir sanat ürünü. Ardından animatör Mamoru Oshii'nin 1995 tarihli anime filmi ile ünü iyice artan manga serisi bir kez daha beyazperdede. Bu kez hem Amerikalı bir oyuncu başrolüyle, hem de manganın özünü tamamen sarsarak...
Mangayı 2017'de beyazperdeye uyarlama projesi ilk duyurulduğunda elbette ki büyük bir heyecan oluştu. Zira manga ve animasyon uyarlaması o kadar iyiydi ki, senelerce hayranlarını kendine bağlı tutabilmişti. Ancak başrolde Hollywood'un gözde yıldızı, Marvel'ın Kara Dul'u Scarlett Johansson'ın boy göstereceği açıklandığında hem serinin hayranlarından hem de sinemaseverlerden ciddi tepkiler geldi. Zira Japon mangasının başrolüne Amerikalı bir Hollywood ikonunun yerleştirilmesi oldukça ticari bir konuydu. Hollywood'un beyaz oyunculara gösterdiği kayırma konusunda ünlü senarist Max Landis bile açıklama yaptı ve Johansson'ın bu rolü almasının tek sebebinin Lucy filmiyle kazandığı başarı olduğunu iddia etti. Johansson'ın başrolü kapması uzun bir süre Hollywood'ta çalkantılar yaratmaya devam etti.
Filmin ilk tanıtım videoları dönmeye başladığında Hollywood beyaz oyuncu kontenjanının bolluğu bir kez daha gündeme gelse de artık film için geri sayım başlamıştı ve beklentiler tamamen muallaktı. Nihayet söz konusu film sinemalarımızda da dönmeye başladı.
Kabuktaki Hayalet'le ilgili söylenmesi gereken belki de en önemli şey filmden beklentinin animeden beklentiyle aynı olmaması gerektiği. Anime türünün kendine has gerçekliği yıkan sınırlarına alışkınız. Ancak Kabuktaki Hayalet'in anime versiyonunun seviyesine ulaşabilmek için zorladığı bu sınırlar, filmi bir hayli kısıtlamış. Serinin baş kahramanı Binbaşı, animeden tanıdığımız kadınla aynı kadın değil. Batou alıştığımız sağ kol değil. Bu durumu açıklamak için filmi ikiye ayırarak incelemek en doğrusu olacaktır.
Tıpkı bir başka manga uyarlaması olan Attack on Titan'da olduğu gibi filmin ilk bölümü animeyle birebir bağlantılı. Binbaşı'nı ve 9. birimi tanıyoruz, aralarındaki güçlü ancak görünmez duvarlara sahip ilişkiyi öğreniyoruz. Binbaşı'nın yaşadığı dünyaya uyum sağlamakta yaşadığı psikolojik zorlukları ve aidiyet hissini bir parça olsun yakalayabilmek için kendi benliği ile savaş halinde olduğunu görüyoruz. Animenin bütün güçlü yanlarını avucunda tutan, etkili bir ilk yarı bu. Binbaşı'nın dost demeye en çok yaklaştığı kişi olan Batou ile arasındaki ilişki animeye göre biraz yumuşatılmış olsa da, ilişki dinamikleri açısından gerçekçi. Siber suçlara karşı savaşan 9. birimin peşine düştüğü adam ise Kuze. Karakterin gizemi başarılı bir şekilde verilmiş. Kim olduğunu, nerede olduğunu ve derdinin ne olduğunu merak ettiriyor. Kuze'nin izini süren Binbaşı'nı adım adım takip ediyoruz.
Ancak ne oluyorsa filmin ikinci yarısında oluyor ve zirveye çıkmakta olan bir hız treninin yavaş yavaş zirveye yükselmesi sırasında alınan hazza benzer o ilk yarı, ikinci yarıyla birlikte aniden frenleri parçalanan, kontrolden çıkan bir trene dönüşüyor. Filmin ilk yarısındaki felsefi altyapı adeta eriyip gidiyor. Aksiyon ön plana çıkıyor, Binbaşı'nın, Batou'nun, Kuze'nin karakterleri ve kim oldukları değil, aksiyon sahnelerinin en güzel nasıl yedirilebileceği önem kazanıyor. Filmin ikinci yarısı boyunca animeden aldığınız hazzın yarısını bile alabileceğiniz bir nokta bulunmuyor.
Peki neden böyle? Neden Hollywood başarıyı garantilemiş bir animeyi alıp aksiyon bombardımanı yaşatan bir Hollywood balonuna çeviriyor? Görsellik ve efektlere verilmiş muazzam emeğin yanında neden senaryo, diyaloglar ve altyapı bu kadar zayıflaşıyor? Tıpkı bir terazinin kollarına paylaştırılır gibi aradaki ince denge kayboluyor ve filmin derinliği uçup gidiyor.
Filme dair söylenebilecek olumlu noktalardan bahsedersek, biraz önce saydığımız gibi görsel efektler ve kadrajlar muazzam. Geleceğin bol reklamlı, bol hologramlı, kalabalık dünyası da başarılı bir şekilde yansıtılıyor. Jenerik kesinlikle muazzam, onu da arada belirtelim. Müzik kullanımı animenin orijinal parçalarını almasının yanı sıra da başarılı denebilir. Oyunculuklar göze batan ya da göz kamaştıran performanslar değil. Filmden çıktıktan sonra akılda kalan bir mimik ya da yüz ifadesi yok. Ancak eksik olan altyapı ne yazık ki bunlarla karşılanmıyor.
İnsanın içindeki yabancılaşma, özünden kopma ve koparılmak zorunda bırakılmayı başarıyla bir bilim kurgu macerasına dönüştüren anime filmin üzerine tek bir taş koyamadığı gibi, onun da gerisinde kalıyor yeni nesil Kabuktaki Hayalet. Binbaşı'nın kimliğini keşfetme aşamasında yaşadığı, boş bir hafızayla uyanıp yeniden hayata ayak uydurmaya çalıştığı, adeta ikinci bir buluğ çağı olarak adlandırılabilecek olan o yapayalnız, hassas evre, bol aksiyon, az diyalog ve zora girilince animeden alınan birebir sahnelerin arasında kaybolup gidiyor.
Animenin yakaladığı mükemmel dengeyi yakalayamamış olan Kabuktaki Hayalet aksiyon severlere keyifli dakikalar geçirtecek olsa da, kesinlikle orijinalinin "ruhunu" taşımıyor. Bu nedenle de ortaya vizyon seyircisini memnun edecek, ancak animeyi izlemiş olanlara hayal kırıklığına uğratacak bir iş çıkıyor.