Heyecan verici denebilir...
Yazar: Hilal ÇetinderGarip bir bilimkurgu ve biraz da gerilim arıyorsanız, William Eubank’ın ikinci uzun metraj filmi (ilki ‘Love’ – 2011) ‘The Signal/Sinyal’ ilginizi çekebilir. Vazgeçilmezlerden biridir hayal kurmak; bugünü anlamak, geleceği anlamlandırmak için hemen her fırsatta düşlemek, bir anlamda algı ayarlarıyla oynamak. Algılama kalıplarının dışına çıkan bilimkurgu, diğer türlerin yapamadığı başka bir boyuta kapı aralıyor. Gerçekliğin sınırlarını genişletip, gerçeklikten gelenlerin de etkisiyle algılama biçimlerini esnetiyor, bilerek ve isteyerek, sıradan algılamanın dışına çıkmak isteyenlere ‘tuhaf’ bir pencere açıyor. Bazen açık, bazen gizli kodlarla sorgulatmaya devam ediyor. Kimine göre kaçış, kimine göre terapi, kimine göreyse gerçeğin ta kendisi... Bulanık, kafa karıştıran ya da zihin açan bilimkurguların, sadece bu nedenlerle bile ‘muhteşem’ olarak adlandırılması boşuna değil.
Bağımsız bilimkurgulara, küçük küçük absürt hikayelerden oluşan ve bugün bile ilgiyle takip edilen ‘Twilight Zone’ etkisi olağan. Sinyal, bir ölçüde bu filmlerden biri. Öte yandan bilimkurgunun nadide örneklerinden aşina olduğumuz fikirleri birleştiren, hatta sembol ve metaforlarını da içine yediren ve giderek ‘sürprizli’ etkisini yitiren bir film.
MIT öğrencileri olan hackerler Nic (Brenton Thwaites) ve Jonah (Beau Knapp) ile Nic’in kız arkadaşı Haley’in (Olivia Cooke) melankolik yolculuğuyla başlıyor film. Koltuk değneğiyle yürüyen Nic’in daha da kötüleşeceğini –belli belirsiz- anladığımız fiziksel rahatsızlığı ve sevgilisiyle yaşayacağı–zorunlu- ayrılıkla bulanıklaşan ilişkiler, ‘Göçmen’ takma adlı hackerin tacizleriyle bilimkurgu topraklarına giriyor. Bir noktadan sonra -aslında belki de hep- Nic karakterini koyuyor merkezine; hayatında ya da ilişkilerinde çözümleyemediği olup bitenlerle beraber… Ancak Nic, ne tam olarak Neo gibi ‘seçilmiş’, ne Murdoch gibi -kısmen- ‘araştırmacı’ ne ‘dedektif’ ne ‘kahraman’… ‘Blair Cadısı’nı andıran, ‘Göçmen’le karşılaşma umuduyla gittikleri –elbette- gece vakti ve –elbette- ıssız bir yerde terkedilmiş bir kulübede yaşananların ardından, sterilize bir mekanda uyanan Nic’in kaygılarını izleyicisine de geçiren, giderek paranoyaya sürüklenen etkili bir atmosfer yaratıyor yönetmen. Kendisini doktor olarak tanımlayan, kayıt cihazıyla birlikte sorgulama görevini üstelenen ‘Kronik Morpheus’ Laurence Fishburne, bu esnada giriyor devreye… İkili arasındaki tanışma ve olabildiği kadar kaynaşmayla başlayan bölüm, açık edemeyeceğimiz ve filmin aleyhine de yazılabilecek bir dizi başka soruları getiriyor beraberinde.
David Frigerio, Carlyle Eubank ve yönetmen William Eubank tarafından senaryolaştırılan Sinyal, hemen her bilimkurguda olduğu gibi kişiye göre değişen okuma ve incelemelere açık, türe ilgi duyanlar için haftanın öne çıkan filmlerinden biri. Ancak biliyoruz ki, sinema büyük oranda hikaye anlatma sanatı. Özlediğimiz uzunluktaki (97 dakikalık makul bir süre) süresince, yavaş adımlarla ve gizemi daha da körükleyen en kritik yerinde kilitlenen diyaloglarla yol almaya çalışan, çağımızın ve belki de Amerikan gençliğinin ruh halini yansıtma hanesine ufak bir çentik atıp, uzaktan ‘tanıdık’a dönüşüp sonlanan senaryosunun tam anlamıyla tatmin edici olduğunu söylemek zor.
Bütçesinden çok daha fazlasına mal olduğu izlenimi veren, genç oyuncularına/performanslarına cesurca ‘yakın’laşan, iyi oynanmış ve çekilmiş filmin kendisi değil belki, ama Eubank’ın yeni projelerini beklemek adına ‘heyecan verici’ bir ikinci film özetle.
twitter.com/hilalcetinder