Koca Ayak bile sıkıntıdan öldü!
Yazar: Fatih YürürMalumunuz buluntu belgesel fenomeni, internet üzerinden paylaşılan videoların sadece birkaç dakika içerisinde milyonlara ulaşmasıyla birlikte; hızlı bir biçimde heyecanlı sinefilleri ensesinden yakalamayı başarmıştı. Çok kısa bir süre içerisinde, türün pek çok yaratıcı ve eğlenceli örneğini izledik izlemesine de; found footage gargaraları, bizleri sardığı kadar hızlı bir biçimde sıkmayı da başardı. Nihayetinde bu gün dönüp baktığımızda; bu alt türün aşağı yukarı aynı matematiği diretmek konusunda ısrarcı olduğunu görerek, türün yeni örneklerini gördüğümüz noktadan koşarak uzaklaşma gibi bir refleks geliştirdik.
Neyse ki bu sefer durum farklı… Ya da daha doğru ifade etmek gerekirse bu sefer durumun biraz daha farklı olması gerekirdi diyelim… Nihayetinde tüm zamanların en çok iş yapan filmi olan Blair Cadısı ile birlikte buluntu belgesel konseptini bambaşka bir noktaya taşıyarak; kimilerine göre yüzyılın son balonlarından birini patlatan, kimilerine göre ise; kendisinden önce çok da fazla ciddiye alınmamış olan alt türe yeni bir soluk getirmeyi başaran yönetmen Eduardo Sanchez’in, şahsi ihtisas alanından söz ediyoruz burada. Her ne kadar nitelik ve nicelik açısından fakir kabul edilebilecek filmografisinde Altered ve Seventh Moon gibi yere çakılmış sinemasal hüsranlar yer alsa da; V/H/S/2 ile “köklere dönüş” müjdesi veren Sanchez’in; öncüllerinin yarım adım bile olsa önüne geçebilmiş bir filme imza atmasını beklemek, bizler için lüks olmamalıydı! Hem de Kocaayak Efsanesi gibisinden; “her devirde alıcısı bulunan” bir miti perdeye taşıdığı düşünülürse…
Peşin peşin belirtelim ki Sanchez; türe herhangi bir yenilik getirme derdi taşımıyor. Hatta aradan geçen zamana rağmen Blair Cadısı’nın “tartışmalı” etkileyiciliğinden bile neredeyse eser yok ortada. Trolljegeren ya da What We Do In The Shadows gibi hınzır ve yaratıcı örneklerin ya da Chronicle, REC, Behind the Mask veya Cloverfield gibi farklı türleri aynı kazanda eritebilmiş seyir zevki sunan yapımların kırıntısını bile aramak bünyenize fazla gelebilir. Sanchez’in yaptığı en önemli şey “köklere dönüş” kisvesi altında tam 17 yıl önce kurcaladığı metotların üzerindeki tozu üflemekten fazlası değil. Korku – gerilim müptelaları olarak böyle bir talepte bulunduğumuzu hatırlamasak da; burada söz konusu olan bir 80’ler ruh çağırma ayini değil; hepi topu 90’ların ruh kovma ritüeli olabilir.
Sanchez, 90’ların sonunda Daniel Myrick ile birlikte başarı örneğine imza attığı filmin mirasına yeniden parmak basma arzusunu daha filmin ilk dakikasında; “güneye inen gençler” klişesiyle ilan ediyor. Uyuyan arkadaşlarının sakalını çakmakla yakarak eğlenen, ormanda sevişen arkadaşlarını kamerayla dikizleyen bir güruhun yaptığı / yapabileceği herhangi bir haftasonu atraksiyonu ve kafi miktarda ergen muhabbeti ilginizi çekiyorsa, her türlü riske rağmen bu filme bir şans tanıyabilirsiniz. Fakat türün tüm klişelerine rağmen eğlenceli olmayı başaran orta karar bir örneğini izleme arzusundaysanız, adres kayıt defterinizi ve randevularınızı bir kere daha gözden geçirmenizde fayda var. Muhtemelen oralarda bir yerlerde daha eğlenceli bir şeyler bulmanız mümkün olabilir.
Sanchez, artık sinir bozmaya başlayan mock prototiplerine yeni filminde de epey yer veriyor. Yarım saat boyunca, çekimde ne gibi teknik teçhizat kullanacağının tanıtımını yapan buluntu belgesel arketipinin de ufaktan ufaktan oyun dışına mı çekilmesi gerekiyor nedir? Her türlü teknolojik ürüne vakıf olan ilgisiz kız arkadaşın, elinde tuttuğu Go-Pro’yu kameraya doğru uzatarak “bu nedir?” diye sorması ve ardından gelen orta çaplı tanıtım metni zaten samimiyetsizlik sancıları çeken türü mezara fırlatmak için yapılmış bilinçli hamleler gibi duruyor adeta! Evet 90’ların sonunda ve 10-17 yaş aralığında olsaydık, Sanchez’in bit pazarında muhtemelen ilgimizi çekecek birkaç zerzavat bulurduk ama, bu gün ve bu koşullar altında biraz zor!
Son tahlilde Dehşet Gecesi, salt mockumentary meraklılarının bile canını acıtacak kadar yavan bir örnek! Sanchez’in, aradan geçen 17 yılın ardından, gece görüşünden ve ağaç dallarından medet umarak önümüze fırlattığı film; ne eğlendirmeyi ne de izleyicisini gerebilmeyi başarıyor. Türün en ilkel, bütçesiz ve yaratıcılıktan yoksun ürünlerinde bile yeri geldiğinde bir iki şık hamleyle karşılaşabiliyorken; Dehşet Gecesi bir buçuk saate yakın bir hava boşluğundan fazlasını sunmuyor. Bu durumda olan, yine özensiz bir senaryo ile beyazperdeye taşınarak sündürülen Koca Ayak Miti’ne oluyor!