Dinamik, hızlı, çarpıcı!
Yazar: Duygu Kocabaylıoğluİngiltere doğumlu olan İranlı sanatçı Nima Nourizadeh’in ülkemizde vizyon yüzü göremeyen suç komedisi Project X filminden sonra, yönetmen koltuğuna ikinci kez geçtiği yapım bu sefer hem kadro, hem prodüksiyon hem de bütçe olarak beklenti çıtasını oldukça yükseltti. ABD vizyonundan hemen bir hafta sonra ülkemizde de gösterime giren American Ultra, bir başyapıt değil belki ama beyazperdede lezzetli içeriğe aç olduğumuz şu kesat yaz günlerinde, pekâlâ derdimize derman bir seyirlik vaat ediyor.
Jesse Eisenberg’li açılış sekansını hikâyenin finaline oldukça yakın bir noktadan yapan film, klasik “Ne oldu da böyle oldu, durun size hikayemi anlatayım” girizgahı ile ilk etapta seyircinin ilgisini yakalamayı başarıyor. Karşımızda sıradan ve sıkıcı bir Amerikan kasabasını kendisine mesken edinmiş bir çift var; sağlam derece ot bağımlısı olan çiftin erkek tarafı Mike, bir yol üstü marketin kasiyer ve reyon görevlisi olarak çalışan; hayattan pek bir beklentisi olmamakla beraber “güzel olan her şeyi mahvetmekle” kendisini suçlayan bir genç. Çiftin öte yakasında ise yarı kızıla boyalı saçları, beceriksiz sevgilisini idare etmeye çalışan sabırlı, iyi niyetli ve sevecen sevgili sıfatına haiz Phoebe (Kristen Stewart) yer alıyor. Mike, sevgilisini hayattaki her şeyden daha çok seviyor ama yenemediği fobileri, anksiyetisi ve panik atak krizlerinden dolayı ona hak ettiği hayatı veremediğine inanıyor. Karşıdan baktığınızda Phoebe, Mike için fazla iyi; peki hakikaten öyle mi?
Filmin öyküsüne dair bu noktadan sonra her şey sürprizbozan (spoiler) içeriğine girebileceğinden dolayı sorunun cevabını seyirciye bırakıp, Nourizadeh’in özellikle aksiyon sekanslarında bol eğlence vaat eden rejisine dönelim. Kabul etmek gerekir ki yönetmen sinema sanatı adına güneşin altında yepyeni bir şey söylemiyor ama Katil Doğanlar’dan Kill Bill: Volume 2’e kadar “şiddet estetiği” dersini iyi çalışmış bir dille seyirci karşına çıkıyor. Çatır çatır akan aksiyon sahnelerinin ağır çekim sekansları ve doğru yerde kullanılan yakın planlar, zihnimizdeki referans noktalarını tam 12’den vuruyor. “Ben bu filmi seyretmiştim” diyorsunuz, ama o film, bu film değil. ABD’nin istihbarat örgütünün kendi iç dinamikleri, güç savaşları ve kısmen ordu kuvvetleri ile dalga geçen yönetmenin niyeti de zannımca bu.
Hikayenin ana akışının fazla dışına taşmadan, örneğin gey Petey Douglas (Tony Hale) ya da Connie Britton’ın canlandırdığı asi ajan Victoria Lasseter karakterleri ayrı ayrı üzerine yürünebilecek potansiyel sahipken, Nima Nourizadeh bilinçli bir tercih olarak ‘Mike’ın öncesi ve sonrasında’ hikayeyi sabitlemeyi tercih ediyor. Eisenberg’in yönetmenin kendisinden beklentisini fazlasıyla verdiğini söylemek gerek; karakterin saf, beceriksiz, kaybeden hali filmin ikinci yarısında benliğini bulmuş, teslim olmayı reddeden bir savaşçıya dönüşüyor; bu dönüşümde de seyirciyi ikna kabiliyeti yüksek.
Filmografisinde uzunca bir yönetmenlik listesi olmasa da Jesse Eisenberg ve Kristen Stewart ikilisinin karşılıklı enerjisini çok iyi kullandığını da belirtmek lazım. İki genç isim gerçekten bir çift olarak çok iyi kadraj veriyor; bu elektrik oyunculuklarına da ciddi biçimde yansımış. Stewart’ın Alacakaranlık’tan bugünlere iyi yol kat ettiğini itiraf etmek de lazım; henüz 25 yaşında ama oyunculuğunun da, rol aldığı yapımların da kalitesi gözle görülür biçimde arttı.
Estetik şiddet demişken filmin müziklerinden bahsetmemek olmaz. Türün en bariz göstergelerinden biri olan bol dövüşlü, kanlı aksiyon sahnelerinde soft ve sakin müzik kullanımı, American Ultra’nın baştan sona tutarlı giden anlatım diline oturmuş. Film müziğinin ödüllü ismi Marcelo Zarvos’un elinden çıkan soundtrack filmden de bağımsız dinlenebilecek potansiyele sahip.
Uzun lafın kısası iyi filmlere doyacağımız sonbahar vizyonunun açılışı Ağustos’un son haftasından itibaren American Ultra ile başlıyor desek abartmış olmayız. Temposu neredeyse hiç yavaşlamayan film, bilimsel yanını çok da ciddiye almamanız gereken 96 dakikalık bir eğlencelik sunuyor.