Göçmenlik üzerine benzerlerinden farklı bir deneyim...
Yazar: Oktay Ege KozakAmerika Birleşik Devletleri, göçmenlerden oluşan bir ülke olduğu için Hollywood sinema tarihinde göçmen deneyimini anlatan bir sürü hikaye bulmak kolaydır. Kanımca Amerika’da yeni bir yaşamın getirdiği ümidi en mükemmel bir incelikle betimleyen sahne, The Godfather Part II’de Sicilya’dan kaçan çocuk Vito Corleone’nin Ellis Adası’na yaklaşırken diğer göçmenlerle beraber Özgürlük Anıtı’na ümitle baktığı muazzam sekansdır. Yönetmen Francis Ford Coppola’nın göçmenlerin yorgun ve acı dolu, fakat aynı zamanda ümitli yüzlerine odaklandığı sahne, yeni ve yabancı bir dünyaya gelmenin heyecanını ve korkusunu sinema dili bakımından olabilecek en ekonomik biçimde seyirciye aktarıyordu.
New York’da yeni göçmen yaşamın karanlık tarafını inceleyen bir sürü film var tabi. Bunların yakın örneklerinden biri James Gray’in 2013 yapımı değeri halen anlaşılmamış melodramı The Immigrant. O filmde Marion Cotillard’ın canlandırdığı bir göçmen, kız kardeşini ülkeye sokabilmek için fahişelik yapmak zorunda kalıyordu (Biliyorum, çok yeşilçam bir konu ama Gray’in ellerinde tutarlı ve etkileyici bir biçimde inceleniyor). İnce yetişkin kara komedilerden bilinen yazar Nick Hornby’nin Colm Toibin’in romanından uyarladığı, John Crowley’in yönettiği Brooklyn, benzeri bir ‘erken 20. Yüzyıl kadını New York göçmeni olur’ hikayesini daha hafif ve romantik bir yaklaşım ile anlattığı için The Immigrant ile güzel bir ‘iki film birden’ yapacaktır.
Filmin hikayesi, 1951 yılında heyecanlı yeni bir yaşam için İrlanda’dan New York’a yola koyulan mütevazi genç kız Eilis’in (Saoirse Ronan) bu yeni dünyadaki deneyimleri etrafında oluşuyor. Genelde bu tür filmlerde ABD’ye gelen göçmen karakter, ülkesinden tehlikeli veya depresif bir durum yüzünden kaçar. Fakat Eilis, aslında İrlanda’da gayet normal bir yaşama sahiptir. İlginç olmasa da iyi bir işi vardır, ve ailesi onu seviyor ve destekliyordur. Eilis’in Amerika’ya gitmek istemesinin motivasyonu tamamen kendi kültürünün dışına çıkıp dünyayı görmek istemesinden kaynaklanıyor. Basit melodramatik bir motivasyondan uzak duran bu konu elementi, göçmen dramaları alt-türüne daha ferah bir bakış açısı getiriyor.
İlk başta New York’un kalabalık ve karmaşık dünyasına alışamayan Eilis, sadece diğer İrlanda’lı göçmenlerle haşır neşir olur. Fakat bir balo sırasında tanıştığı canayakın ve saf İtalyalı-Amerikalı Tony (Emory Cohen) ile başlattığı ilişki, başka kültürlere açılmasını sağlar. Tamamen İrlanda kültürü ile yetişmiş olan Eilis’in İtalya kültürünü öğrenerek Tony’i etkilemeye çalıştığı sekanslar, filmin en yürek ısıtan anlarını yaratıyor, Eilis’in oda arkadaşları tarafından makarnanın nasıl yenmesi gerektiğini öğrendiği komik sahne mesela. Brooklyn, multikültürel olmanın, bildiğimiz dünyanın dışına çıkmanın cesaret gerektiğini söylemekten kaçınmıyor, fakat aynı zamanda multükültürelliğin insanlığın ruh sağlığı için olan önemini de incelikle gösteriyor.
Eilis ve Tony arasında oluşan şirin ve masum ilişki, filmin duygusal anahtarını oluşturuyor. Hornby’nin doğal diyalogları ve Ronan ile Cohen arasındaki bariz kimya, yılın en canayakın romanslarından birini yaratıyor. Ronan’ın yeteneğini Hanna ve Atonement gibi filmlerden biliyoruz zaten, fakat bu filmden önce dikkatimi çekmeyen Cohen’in yaşam dolu performansı filmin diğer muazzam oyunculukları ile atışıyor resmen. Cohen’in bu senenin Oscar’larında aday olmamasına üzüldüm açıkçası.
Belki bu iki karakter arasındaki ilişkinin özelliği yüzünden Brooklyn’in üçüncü perdesi en zayıf tarafını temsil ediyor kanımca. Kısa süreliğine İrlanda’ya geri dönen Eilis, ailesi ve çevresinin baskısı yüzünden Amerika’ya dönmemeyi düşünmeye başlar. Jim (Domhnall Gleeson) isimli bir gence aşık olmaya başlaması da bu iç çelişkiyi güçlendirir. Eilis’in İrlanda’dayken neden Tony’den bahsetmediği anlamamamın yanında İrlanda bölümünün biraz acaleye getirilmesi yüzünden bu iç çelişkinin yeterli bir biçimde aktarılmadığını düşünüyorum. Ayrıca üç boyutlu yaratılmış Tony karakterinin yanında Jim’in hakkında pek bir şey bilmediğimiz tek boyutlu bir karakter olması Eilis’in seçimini pek de zorlaştırmıyor zihnimizde.
Muazzam görüntü yönetimi ile de dikkat çeken Brooklyn, nostaljik ve hafif bir romans yaratırken göçmen deneyiminin insani tarafını da dürüstçe betimlemekten korkmuyor Brooklyn. Türkiye’den ABD’ye göçen, Türk-Rus-Yahudi-Agnostik bir aile yetiştiren bir göçmen olarak destekliyorum bu güzel filmi.