“The Lobster”, “Can mı, yoksa canan mı?” sorusunun bir kez daha masaya yatırılarak tartışılmasına neden olan “zekice kurgulanmış” senaryosunu da Efthymis Filippou ile birlikte yazan Yorgos Lanthimos’un yönetmen koltuğunda oturduğu enfes bir “hayat dersi” filmi…
Nasıl ya, bir “komedi” değil mi bu?
Ne alaka…
Olsa olsa, güçlünün zayıfı ayıkladığı “evrim” kuralının bir sonucu olarak, hayatta kalmak için sürekli bir yaşam mücadelesi içinde olan insanın genlerine kodlanmış doğasına odaklanılan bir “black comedy / kara mizah” olur en fazla…
O kadar…
Şimdi haklı olarak, “Bugüne kadar kimse filmi bu bakış açısı ile değerlendirmemişken, sen nereden çıkardın bunu?” diyebilirsiniz…
Ayrıntılarına birazdan gireriz ama “anlatıcılığını (narrator)” Miyop Kadının (Rachel Weisz) üstlendiği filmde, öylesine ilginç ve önemli iki bölüm var ki, hemen değilse de kısa bir süre sonra, “şakırt” diye düşen “jetonun” sesini duyabiliyorsunuz…
Hangileri mi bu bölümler?
Elbette ki ilki, David’e (Colin Farrell), Otelin Yöneticisi (Olivia Colman) tarafından, kendisine tanınan süre içerisinde başarılı olamaması halinde dönüştürülmesini istediği hayvanın adının sorulması üzerine verdiği yanıt ve bunun nedeni…
Zira David’in tercih ettiği ıstakoz (lobster), “kimseye bağımlı olmadan” denizlerde 100 yıl kadar yaşayabilen bir canlı türüdür…
Hâlbuki otele gelirken, (evde tek başına bırakamayacağı için yanında getirmek zorunda kaldığı) bir yıl önceki denemesinde başarısız olarak köpeğe dönüştürülmüş olan kardeşi ve kedi gibi evcilleşmiş hayvanların durumları öyle mi?
Hatta aksak John’un (Ben Whishaw), kurda dönüşmüş annesi gibi olsa kaç yazar…
Nihayetinde o da avlanabileceği vahşi doğaya değil de, hayvanat bahçesindeki bakıcılarının insafına teslim edilmiştir…
Tamam, bu kısmı anladık…
Peki, ya ikincisi?
Tabii ki, David’in filmin finalinde elinde keskin bir bıçakla tuvalete girdiği ve sonrasında ne olduğunu da bir türlü öğrenemediğimiz bölüm…
Şimdi gelin isterseniz birazda filmin hikâyesine değinelim…
Filmde bekâr insanların şehirde yaşamalarına izin verilmemekte olup, 45 gün içinde kendilerine uygun bir eş bulabilecekleri bir “otele” gönderilirler ve verilen bu sürede eş bulamadıkları takdirde istedikleri bir hayvana dönüştürülürler…
İşte karısının onu terk etmesi üzerine bu otele yerleştirilen David’in, içine düştüğü durum da aynen budur…
Yani muhakkak kendine bir eş bulmak zorundadır…
Bulabilir mi?
Aslında bulur da…
Fakat “spoiler” olmasın diye devam etmeyeceğiz bu mevzuya ve otelde yaşanan diğer enteresan olaylara…
Söz konusu bu otelin yanı sıra, yine bekâr oldukları için şehirde barınamayarak otel yerine yasadışı bir biçimde otelin yanındaki bir ormanda yaşayan ve “yalnızlar (the loners)” olarak adlandırılan bir başka grup daha mevcuttur…
Liderliğini, Tarantino’nun “Inglourious Basterds”ın dan (2009) bu yana radarımızdan hiç çıkmayan Léa Seydoux’nun yaptığı bu “gizli ve gizemli” grup, otelin aksine üyeleri arasında cinsellik, aşk ve sevgiyi yasaklamıştır…
Üstelik gerek “otel” ve gerekse de bu “grup” tarafından konulmuş olan kuralları ihlal edenler derhal cezalandırılmaktadırlar…
Ki, filmin bir sahnesinde, River Phoenix, Kiefer Sutherland ve John Cusack’li “Stand by Me” ye (1986) selam gönderen Lanthimos, bu cezalara ilişkin ilginç örnekler vermeyi de ihmal etmemiştir…
Keyifli seyirler,