Hesabım
    The Lobster
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    The Lobster
    Yazar: Murat Özer

    Yunanistan’ın bağrından kopup gelen Yorgos Lanthimos’u İstanbul Film Festivali aracılığıyla tanıdığımızda, ‘yabancı dilde en iyi film’ dalında Oscar adayı da olan çalışması “Köpek Dişi”nin (Kynodontas) yarattığı etkiyi demlendiriyorduk. Michael Haneke’nin ‘mizahlı’ versiyonu diye de değerlendirilebilecek bir soğukkanlılığı vardı yönetmenin. Haneke’nin ‘kötü’süyle onun ‘kötü’sü arasındaki tek fark mizah değildi tabii ki; Lanthimos’un daha ‘gösterişçi’ bir yaklaşımı vardı ve bundan nemalanmayı da ihmal etmiyordu. Haneke’yle karşılaştırılmak için daha uzunca bir yol alması gerekiyordu anlayacağınız.

    Lanthimos’u Anglosakson sulara çeken son filmi “The Lobster”ı (ya da “Istakoz”) seyrettiğimizdeyse, Haneke’ye yaklaşmaktan ziyade uzaklaştığını gördük. Yönetmen, belli ki ‘kötülük’ü Haneke gibi dar alanlara sıkıştırmak istemiyor, daha geniş açılı bir perspektif yaratmaya çalışıyordu. Bir sonraki filminin tarihsel bir dram olacağı bilgisi de gelince, artık onun Haneke sinemasıyla bir bağı olmadığı fikri de güçlenmiş oldu. Bizce bunda bir sorun yok, yeni ve kendine özgü bir dil geliştirmesi mümkün Lanthimos’un.

    “The Lobster”a dönecek olursak... ‘Yalnızlık’ın yasak olduğu distopik bir atmosfer kuruyor bu filmde Lanthimos. Colin Farrell’ın canlandırdığı adamımız, yalnız kalınca ‘tedavi’ için bir otele götürülüyor. Orada kalacağı süre zarfında, başka bir yalnızla ‘uyum’ sağlayıp kente geri dönecek ya da tercih ettiği bir hayvana dönüştürülecek. Onun tercihi ‘ıstakoz’ oluyor, 100 yıl civarında yaşadığı için. En nihayetinde, zorla da olsa ‘acımasız’ bir kadınla ‘uyum’ sağlıyor, ama ‘sahtekarlık’ yaptığı için işler sarpa sarıyor ve otelden kaçıyor. Kaçtığı yerse ‘yalnızlar’ın yaşadığı orman. Orada da katı kurallar var. Otelde insanlar ilişkiye zorlanırken, ormanda ilişki tamamen yasak. Anlayacağınız, distopyanın ütopyası da bir halta benzemiyor! Hikâyenin sonrasını anlatmayalım da tadınız kaçmasın...

    “The Lobster”, Lanthimos’un ortaya koyduğu distopik atmosfer açısından doyurucu, ama onun karşısına koyduğu ‘ütopya’nın yeterli çatışmayı yaratamadığını söylemek lazım. Yönetmenin soğukkanlı mizahı özellikle otel bölümlerinde işliyor ve karakterlerin birbirlerine ‘uyum’ sağlama çabaları hissediliyor. Baş karakterin ‘isyan’ hamlesiyle birlikte başka bir yöne akan hikâye, toparlanması zor bir noktaya evriliyor ve kırık dökük bir rotanın peşine takılıyor. Lanthimos’un distopya ile ütopya arasındaki mücadeleden ziyade, iki distopyanın kapışması şeklinde kurduğu atmosfer, seyirciye ‘distopyalardan distopya beğen’ tadında bir resim sunuyor. Üçüncü bir seçenek olmadığı için de hikâyenin ‘iki âşık’ karakterinin içini boşaltmış oluyor, onların serüvenine sağlam bir kulvar yaratmaktan uzakta seyrediyor.

    ‘Çift olmak’ ya da ‘yapayalnız olmak’ seçenekleri üzerine düşünmemize fırsat tanıyor “The Lobster” ama verdiği fırsatı tam olarak değerlendiremeden elimizden alıyor. Alegorisinin içini doldurma konusunda tatmin edici bir fikri yok gibi filmin. Daha çok ‘kendiliğindenlik’ öne çıkıyor burada, nereye doğru çekiştirirsen oraya gelecek hikâye sanki. Aşırı ‘köşeli’ gibi görünen ama bunun yanıltıcılığını çok çabuk hissettiren hikâye, bir ‘cümle’ kurulamadan nihayete eriyor. Cümle kurmak gibi bir dert de hissedilmiyor, ‘hecelemek’ yeterli Lanthimos için.

    Filmin Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”ini hatırlatan bir çizgiye sahip olması ise ‘hoş bir sürpriz’ belki, daha fazlası değil. Distopya geleneğini hatmetmiş görünen Lanthimos, merkeze bu eseri koyarak çemberi genişletiyor ve birçok ‘hatırlatma’yla işini görmeyi tercih ediyor. Bu yaklaşım, çemberin genişliğinden olsa gerek, dağınıklığı da beraberinde getiriyor ve filmin ‘doğal seçilim’ temelli çizgisini arka plana itiyor. Lafın kısası, Lanthimos’un resmi güzel ama imlası aynı oranda iyi değil!

     

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top