Bayağı ve inandırıcılıktan uzak...
Yazar: Kaan KarsanWim Wenders’ın ne kadar şaşalı bir kariyere sahip olduğunu anlatıp sıkıcılaşmak istemeyiz. Zira yönetmenin yaklaşık elli yıllık kariyerine nasıl filmler sığdırdığıve ne kadar fazla yönetmeni etkilediği malumunuz. Sadece 1987 yapımı Der Himmel Über Berlin (“Wings of Desire”) bile yönetmenin başardıklarına dair pek çok şey söylüyor. Gelgelelim, Wenders, uzun bir süredir, yaptığı kalburüstü belgeseller dışında (Pina ve The Salt of the Earth örnekleri verilebilir) iyi bir kurmaca film çıkaramıyor. En yakın tarihli iyi filmini, en hoşgörülü ihtimalle, 2000’lerin başlarında buluyoruz. Bu kabul görmezse kendimizi 90’lara doğru yolculuk yaparken buluyoruz. Dile kolay, sinemada iyi bir Wenders filmi izleyemeden geçen yaklaşık 20 yıl. Yazımızın konusu olan ve bu hafta gösterime giren “Everything Will Be Fine”a karşı merakla birlikte korku da beslememizin sebebi, Wenders’ın son 20 yıllık hikayesi.
Sevgilisiyle kavga ettikten sonra arabasıyla yollara düşen yazar Tomas (James Franco’nun sinemadaki aurası bir yazar olduğuna olan inancımızı sekteye uğratsa da), bir çocuğa çarpıyor ve ölümüne sebep oluyor. Kazada bir hatası yok; ancak bu kaza onun büyük bir travmaya kapılmasına yol açıyor elbette ki. Yaşamına bir şekilde devam ediyor, ancak ne zaman kendiyle baş başa kalsa, bir katille aynı bedeni paylaştığını düşünüyor. Devam etmenin, hatta artık gerekirse umursamamanın yollarını aramaya başlıyor zamanla.
Everything Will Be Fine, ABD sinemasının yabancı yönetmenlerin elinden 90’lar sonunda çıkardığı bazı filmleri çağrıştırıyor konusu itibariyle. Örneğin, Ang Lee’nin Ice Storm’u ya da Atom Egoyan’ın başyapıtı The Sweet Hereafter. Zira ‘soğuk’ hissine gömülü, bir tür vicdan muhasebesini mesele edinen bir tarafı var. Lakin Everything Will Be Fine’da bir şey eksik ve bu eksiklik adı geçen diğer filmlerle yan yana durunca daha da vahim bir biçimde görünür hale geliyor: Zamanın ruhu. Wenders’ın bütün o 3D tantanasına, popüler oyuncularına ve çabasına rağmen, filmi aşırı derecede demode duruyor.
Daha vahimi, Wenders’ın şairane kamerasında kariyerinde hiçbir köşeye konduramayacağımız bir körelme var. Wenders, sinemada belki de milyon kere etrafında gezilmiş bir meseleyi, hiçbir yaratıcılık katmadan, hatta, sanki özellikle ‘bayağı’ bir kılıfa geçirmek istiyormuş gibi anlatıyor. Karakterler arasındaki ilişkiler inandırıcılıktan uzak, mizansenler iyi kurulmamış, üstelik diyaloglar ciddiyetle gülünçlük arasındaki ince çizgide dengede durmaya çalışıyor. Wenders, daha önce de kendini aşırı ciddiye almasına rağmen gülünç olan birkaç filme imza atmıştı; ancak Everything Will Be Fine, başka bir seviyede sanki, bu yüzden aşırı dikkat çekiyor.
İyi bir kasting bu filmi kurtarabilir miydi (daha doğrusu en azından vasatlığa taşıyabilir miydi) sorusu, filmden sonra akıllara düşen tek soru. Doğrusu James Franco’nun zaman zaman ‘kaypaklaşan’ bir karakteri canlandırabileceğini düşünmek çok çılgınca değil. Lakin Wenders’in bu kaypaklığın altını derinlikle boyutlandıramaması beklenmedik. Belki Franco’dan daha detaycı bir oyuncu, iyi yazılmamış olan bu karaktere seviye atlatabilirmiş. Gerçi Charlotte Gainsbourg’un dahi tek boyutlu karakteri içerisinde çırpınıp durduğunu görünce ‘keşke’lerin pek de önemi olmadığını fark eder gibi oluyoruz.
Everything Will Be Fine, oldukça öznel bir görüşle, Wenders’ın kariyerindeki en kötü filmi. Daha bir sene önce başarılı bir belgesele imza atmış olması ya kafamızı karıştırmalı ya da kafa karışıklığımızı gidermeli.