Maceranın atasıyla tanışmaya hazır mısınız?
Yazar: Fatih Yürür11 farklı filmin görücüye çıktığı zengin bir haftayla ilkbaharın kalbine bir adım daha yaklaştığımız şu günlerde; sinema salonlarını daha sık ziyaret etmek için oldukça sağlam bahaneleri cebimize tıkıştırmaya başladık. Palme’da dört filmiyle Altın Palmiye adaylığını kucaklamış olan maharetli yönetmen James Gray’ın filmografisinin altıncı halkası olan Kayıp Şehir Z, kesinlikle bu sağlam bahaneler arasında başı çekiyor!
Öncelikle Kayıp Şehir Z’nin efor zengini “peliküle aktarım” sürecine tırnak açalım. Yönetmen Gray’in 2010 yılında senaryosunu tamamlamış ve ilk olarak Brad Pitt ile işbirliğine gitmeyi düşünmüş fakat bu plan ne yazık ki kısa sürede suya düşmüştü. Daha sonra ise; son yılların hızla yükselen ismi Benedict Cumberbact ile anlaşıldığı yazılıp çizilmişti. Nihayetinde Percy Fawcett karakteri daha genç bir isme, kendi jenerasyonunun öne çıkan yeteneklerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Charlie Hunnam’ın ellerine teslim edildi.
Hunnam’ın büyük bir özveriyle ete kemiğe büründürdüğü İngiliz kaşif Percy Fawcett, macera severlerin çok da uzak olduğu bir isim değil aslında. Sir Arthur Conan Doyle başta olmak üzere, George Lucas’a kadar pek çok öykü anlatıcısına ilham olan Fawcett; bu gün bile yeni jenerasyon için keşif değeri taşımaktadır ki zaten Gray’in filminin ana çıkış noktası da David Grann’in 2009 yılında raflara düşen biyografik romanıdır.
Peki bu biyografik romanın içeriği nedir? Fazlasıyla hayalperest olmakla suçlanan Fawcett’in bir nevi kişisel yolculuğunun öyküsü duruyor karşımızda. Emperyalizmin sağ eli olarak Bolivya yakınlarına kadar iteklenen ve Amazon ormanlarının kalbine yolculuk etmek zorunda kalan Fawcett; zaman içerisinde “kayıp şehrin” izini sürmeyi, görev aşkına yeğliyor. Söz konusu “kayıp şehir” ise, kendisini ezelinden beri yalnız, mutsuz ve hepsinden önemlisi “insanlıktan uzak” hisseden Fawcett’in hem içten içe kendisinin hem de bir yerlerde gizlendiğini düşündüğü “insanlığın ruhunu” arayışının açık seçik bir sembolü aslında.
James Gray’in farkı işte tam da burada ortaya çıkıyor! Yolculuğu şatafatlı bir Indiana Jones imitasyonuna çevirmek yerine; Apocalypse Now, Aguirre: Tanrının Gazabı ya da İnce Kırmızı Hat gibi ruhani kefesi ağır basan bir dinginlikle perdeye aktarıyor. Bunu yaparken de sisli ve tozlu manzaraların, seyirciyi kucaklayıp sarmalayan “sıcak renkli” görüntü yönetiminin gücünden de alabildiğine faydalanıyor.
Peki Fawcett’in yolculuğu nasıl sonlanıyor? Ya da sonlanıyor mu? Diyakronik anlamda halihazırda kesin bir söz söyleyebilmek mümkün değil. Dolayısıyla Fawcett’in öyküsü 100 yılı devirmek üzere olan gizemini korumaya devam ediyor. Fakat Gray’in nihilist yaklaşımı söz konusu olduğunda, zaten bu gizemin nasıl sonuçlandığına dair ilgimizi yavaş yavaş yitiriyoruz. Öyle ki, Fawcett’in biyografik mitinden bir haber olan izleyiciler bile, onun amacına ulaşıp ulaşmamasından ziyade; çıkmış olduğu içsel yolculuğun, ruhsal armonisine kapılıp gidiyorlar desek yeridir.
Yakın zamanda kendisini Kral Arthur suretinde, kılıç kuşanmış olarak izleyeceğimiz Charlie Hunnam, belki de kariyerinin en özel performanslarından birini bizlere cömertçe sunarken; Robert Pattinson’un da Henry Costin suretinde, üzerindeki o ezeli donukluğu attığını görüyoruz. Yıllar sonra yeniden beyazperdede Ian McDiarmid’i görebilmek ise apayrı bir keyif.
Nihayetinde Fawcett’in sırra kadem basmasının üzerinden geçen yaklaşık bir asra rağmen sorduğumuz sorular ya da eşelediğimiz, peşinde olduğumuz gerçek aşağı yukarı aynı. James Gray o gerçeğin izini o kadar ince bir şekilde sürüyor ki, kendinizi bu ruhani yolculuğa kaptırmamanız neredeyse imkansız!