Direnmenin adı kadınlar!
Yazar: Banu BozdemirÖncelikle İngiliz yönetmen Sarah Gavron’ı böyle bir film çektiği için tebrik etmek lazım. Tabii onunla birlikte senarist Abi Morgan’ı da. Suffragatte kadın haklarını savunan anlamına geliyor, bizde de ‘Diren’ olarak çevrilmiş. İnsan hakları, öznelinde de kadın haklarının yıllardır hep bir mücadele ve direnişi mecbur kıldığını düşünürsek, isim cuk diye oturuyor filme.
Sene olmuş 2015 hala kadın hakları ya da toplumsal cinsiyet tam anlamıyla oturmuş değilken, film bizi alıp 1900’lerin başlarına ve tarihin ilk feminist hareketini başlatan kadınların mücadelelerine götürüyor, iyi bir anlatım ve özdeşlik yaratma başarısıyla da bizi o mücadeleye ortak ediyor diyebiliriz. Kadın mücadelesi hem erkeğe, hem de onun varlığını sürekli ezen sisteme karşı olmuştur her zaman, (bunu da yaratan genelde erkekler olduğu için erkek egemen sistem diyebiliriz kısaca) filmdeki mücadele noktası da bu anlamda şaşmıyor. Şimdi her ne kadar modern görünse de İngiltere’de Kraliçe Victoria dönemi sonrasında kadınların bir hayli ezildiğini söylemek mümkün. Süfrajet adıyla anılan bu ilk örgütün ortaya çıkışı, örgütlenme biçimi ve daha çok da Maud Watts’ın hayatı hikayeye öncülük eden.
Kadınların mücadele biçimi kendilerini, yaşam ve çalışma koşullarını anlatmakla başlıyor önce. Yani seçme ve seçilme hakkını önce sakince yani barışçıl bir çerçevede talep ediyorlar etraflarını kuşatan sistem erkeklerinden. Karşılığında ret ve şiddetle karşılaştıkları noktada eylemin şekli de, bakış açısı da değişiyor. Film Carey Mulligan’ın başarıyla canlandırdığı Maud karakterinin izinde ‘hakkını arayan’ kadının toplumsal olarak yalnızlaşan ama yoldaşlarıyla birlikte güçlenen mücadelesine odaklanıyor. Ama işte haklı da olsa her mücadelede verilen bedel! Maud küçük yaşta kaybettiği annesi gibi çamaşırhanede çalışan, vücudunda yanıklar olan ve kendisini tekrarlı hayatının tek neşesi olan küçük oğluna adamış bir anne. Vitrinine hayranlıkla baktığı mağazanın camında patlayan taşlar onu kendisine getirir, kadının hayatla mücadele noktasının başka yolları olduğunu da algılar ve büyülenmiş bir biçimde bu kadın hareketin içinde yer alır. Ama erkeklerin ve sistemin ‘rayına oturttuğu’ hayatta hak talep etmek suçtur ve ağır cezaları vardır. Maud ve mücadele arkadaşları her şeye göze alıp büyük fedakarlıklarda bulunuyor. Mesela filmin en can alıcı sahnelerinden çocuğuna adını söylete söylete ve gözyaşlarıyla ayrı kalmak! Kocanın, diğer kadınların, komşularının ve hatta ülkenin seni anlamadığı bir evrende şimdisi ve sonrası için mücadele etmek! Bu tarz mücadelelerin en etkili yanı da hep sonrasına bırakılan miras! O kadınlara çok şey borçlu olduğunu düşünüyor insan filmi izlerken. Her daim ilham alınması gereken bir güçlülük ortaya koyuyor, bırakılan mirasa biraz daha fazla sahip çıkma azmi yaratıyor!
Filmin iki önemli noktası mevcut. Birisi Maud’u bu oluşuma çeken öncü kadınların konumu. Mevki olarak daha üst noktada olan kadınların yarattığı farkındalığın işçi sınıfına taşınması ve gerçek kahramanlarını yaratması. Maud bu anlamda mücadelenin özü oluyor, sivriliyor yani kazandıkları ve kaybettikleriyle işçi sınıfını temsil ediyor. Meryl Streep’in canlandırdığı Pankhurst ve Helena Bonham Carter’ın hayat verdiği Edith Ellynn hareketi başlatan orta ve üst sınıfa mensup kadınlar. İki tarafında birbirine duyduğu ihtiyacı çok güzel özetleyen film sonunda da ölümün soğuk ve gerçekçi yüzüyle baş başa bırakıyor bizi. Yani sonunda zafer çığlıkları attırmıyor, yolun ve mücadelenin hep devam ettiğini hatırlatmak ister gibi. Bir yandan da mücadelelerine farkındalık katmak için kendisini feda eden yoldaşları Emily Wilding Davison ve ona verilen sözün büyüklüğü var karşımızda. Filmin içinde geçtiği gibi kadınların bu mücadelede bir ‘şehitleri’ oluyor. Hem davayı sahiplenen kadınların sayısı artıyor hem de mücadele azmi!
Filmin jeneriği akarken kronolojik sıraya göre kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren ülkeleri görüyoruz, birçok Avrupa ülkesi kadınların bu isteklerine çok geç cevap veriyor, Suudi Arabistan ise bir ay önce bu hakkı verdi kadınlara. Kim veriyor, neye göre veriyor, kadına nasıl bir gözle bakılıyor gibi sorular da uzar gider peşinden ama Diren amacına ulaşmış bir film. Dünyanın her yerinde yaşanan bir kadın mücadelesini hem azimle yoğurarak, hem yücelterek hem de büyük bir alçak gönüllükle, yenilgilere ve kimi zaman umutsuzluğa varan bir anlatımla veriyor ama hepsinde de kadının bitmeyen gücünü ön planda tutarak yapıyor bunu!
twitter.com/BanuBozdemir