Artık "banane" diyemeyiz!
Yazar: Melis ZararsızÜlkemizde 2009 yılında gösterime giren Beşir’le Vals isimli animasyon film, 82’de Lübnan’da yaşanan Sabra ve Shatila katliamını konu almış, derinden etkileyici bir filmdi. 30 küsur sene öncesine dayanan bir insanlık dramı olsa da, dünyada hala süregelen şiddeti gözler önüne seren, bu anlamda “maalesef” güncel bir hikayesi vardı. Sabra ve Shatila katliamını konu eden izlediğim ikinci film oldu Maryanne Zehil’in bu hafta ülkemizde vizyon şansı bulan filmi Vadimdeki Gözyaşları. Yönetmenle röportaj yapma şansına eriştiğimde öğrendim ki Zehil, Beşir’le Vals’ten çok etkilenip, aynı olayı farklı bir açıdan ele almak istediği için bu filmi yapmaya karar vermiş. Bir yandan da elinde belgesel çekecek materyal varmış ama bir takım aksilikler sonucu o belgesel gerçekleşememiş ve o da dramatik bir senaryo yazarak bu konuyu filminin odağı yapmış.
Film Quebec’te açılıyor. 40’larının sonlarında, iddialı, sarışın bir kadını takip ediyoruz. Yalnız bir kadın ama günlük ilişkileri oluyor. Özgür bir kadın, bara gidip birileriyle tanışabiliyor, zamanında patronuyla bir ilişki yaşamış, hasta annesini ziyaret ettiği hastanedeki erkek hemşirelerden birinin de eski erkek arkadaşı olduğunu anlıyoruz mesela. Bir yayınevinde editör olarak çalışıyor Mary. Daha önce Ruanda katliamı ile ilgili bir kitap basmış olan Mary’e imzasız zarflar gelmeye başlıyor, içinde Lübnan’da mülteci kampında büyümüş olan Filistin’li Ali hakkında bir hikaye var, zarflar geldikçe Mary kendisini hikayeye daha da çok kaptırıyor ve sonunda bu zarfları gönderen Joseph ile tanışıyor. Joseph kendi hikayesini anlatıyor elbette bu zarftaki karalamalarda. Mary Joseph’ten etkileniyor, hikayesini birebir dinlemek istiyor. Joseph herşeyi anlatsa da bir sırrım var diyor ama ne olduğunu söylemiyor. Mary bir yandan Joseph’e bağlanırken bir yandan da hikayenin gelişimini öğrendikçe bir gizemin içine doğru çekiliyor. Joseph mülteci kampında akrabalarının öldürüldüğüne şahit olmuştur gencecik yaşında ve annesi onların öcünü alması için Joseph’in beynini yıkamıştır adeta. Kin ve intikam duygusuyla büyümüş, aslında büyüyememiş bir çocuk ruhudur Joseph’teki. Mary’de daha çok anaçlığı bulur, koynunda ağlar. Halbuki Mary’nin de annesiyle olan ilişkisi sorunludur ve bu onun da tüm hayatına yansımıştır.
Filmle ilgili çok fazla sürpriz bozmak istemiyorum. İkinci uzun metraj filmini çekmiş olan Maryanne Zehil, Lübnanlı ve Kanada’da yaşıyor. Bu anlamda Zehil'in kendi öz toplumu ve yaşadığı toplum arasındaki tezatlardan etkilendiği ve bu tezatları filmine yansıtmak istediği çok net. Doğu ve Batı’yı biraraya getiriş tarzı çok ilginç bir kontrast oluşturmuş, hem modern hem oryantalist yaklaşımlar var ama eleştirmekse iki tarafı da eleştirerek, olumlu yanlarını vermekse iki tarafı da olumlayarak. Yönetmen senaryosunda da diyalogları çok net belirlemiş, yayınevinde çalışan sekreterin Filistinli boyacı Joseph’in gerçek kimliğini öğrendikten sonra “ben bir de ona kahve vermiştim” demesi, yayınevi sahibinin gelen yazılarla ilgili, “böyle bir hikayeyi kim okumak ister ki, sadece bu konuyu birebir yaşamış olanlar ilgilenir ve böylelikle kitap iş yapmaz” yaklaşımı… Aslında bu yaklaşım, filmin ta kendisi ile de ilgili bir gönderme, filmin ilk projelendiği aşamada konusu nedeniyle burun kıvıranlar olmuş ama film şu an dünyanın dört bir yanından ilgiyle karşılanıyor, çünkü bu konu aslında global bir konu.
Teknik açıdan tertemiz planları var filmin. Quebec ve Lübnan çok hoş yansımış beyazperdeye. Nathalie Coupal ve Joseph Antaki rollerinin hakkını vermişler. Filmin hafif belgeseli çağrıştıran anları da var, tempo ve kimi planlar açısından. Farklı bir sinematografisi, farklı bir estetiği var aslında filmin, başta hafif yadırgatan ama hikaye ilerledikçe sanki yerli yerine oturan. Burada hissettiğim o yadırgamada, Doğu-Batı arasındaki o kontrastın yansıması da etken olabilir. Farklı mekanlara göre farklı müzik seçimleri de çok yerinde olmuş, tüm filmde güzel yedirilmiş, farklarına rağmen birbirleriyle zıtlaşmamış müzikler.
Filmin en başarılı yanı, karakterlerin içlerinin doluluğuydu. Bu denli önemli, sosyal ve politik bir konuyu ele almasına rağmen karakterlerini sadece bu hikayeyi anlatmaya odaklamamış, kendi dünyalarında ne yaşadıklarını, psikolojik ve toplumsal açıdan nasıl bir geçmişe ait olduklarını da derinlemesine ortaya koymuş yönetmen, üstelik bu detayların zenginliğine rağmen, film detaylarda boğulmamış, bu, bir filmin hikaye örgüsünde bana kalırsa dengeyi yakalaması en zor konulardan biri.
Türkiye olarak içinden geçtiğimiz süreçte bu filmin 4 kopya ile de olsa vizyona girmesine çok sevindim. Seneler önce yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak da olsa, bugün de insan hakları, zorbalık, özgürlük kısıtlanmaları, insan kayıpları maalesef gündemimizde. Beyni kah ailesi, kah eğiticileri, kah yöneticileri tarafından yıkanan nice insan bugün can alıyor, hatta kendi canına kıyıyor. Bize ise “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dememek ve konuya duyarlı olup elimizi taşın altına koymak düşüyor, ki filmde Mary de bunu yapıyor. Kaçırmamanızı tavsiye edeceğim, değerli bir film Vadimdeki Gözyaşları
Not: Yönetmenle yaptığım video röportaj haftaya Beyazperde.com’da.
http://www.twitter.com/blossomel
blossomel[at]gmail.com