Türün meraklıları için tatmin edici bir sinema deneyimi.
Yazar: Ayşegül KesirliRomantik komedi filmleri genellikle izleyenlerin tüm duygusal enerjilerini tek bir anda toplamak ve boşaltmak üzerine kuruludur. Eğer senaryo yazarının ya da yönetmenin türün klasik formülünü sarsmak gibi bir amacı yoksa, tüm romantik komedi filmleri aşkın bir öpüşme sahnesi ile biter ve perde kapanır. İzleyenler birbirlerine deliler gibi aşık olan çifte gelecekte ne olacağını kendi hayallerinde yaratırlar ve bir ‘ömür boyu mutlu yaşadılar’ hikayesine inanmayı tercih ederler.
Romantik komedi türünün en çağdaş örneklerinden “Aşk Engel Tanımaz”ın yönetmeni Roger Michell’in son çalışması “Paris'te Bir Hafta Sonu” , tıpkı Richard Linklater’ın Jesse ve Celine üçlemesinin son filmi “Gece Yarısından Önce” gibi hikayesine ‘bu mutlu çifte ne oldu?’ sorusunun seyredenleri bıraktığı yerden başlamaktan yana.
Balayında yakaladıkları heyecanı yeniden canlandırmak adına iki günlüğüne Paris’e gelen otuz yıllık evli Nick ve Meg, film süresince hem kendilerini hem de birbirleriyle olan ilişkilerini yeniden keşfetmeye çalışıyorlar. Çoğunlukla iki karakterin duygusal gelgitlerini, geçmişle ve bugünle olan hesaplaşmalarını dile getiren yoğun ve güçlü diyaloglar üzerine kurulu olan film, karakterlerin iç ve dış çatışmalarını başarıyla görünür kılıyor.
Meg’in özellikle Nick’e karşı hissettiği nedensiz öfke ve bıkkınlık, hikayenin her anında kendisini belli ediyor. Meg’in hayatının bir noktasında karakterinin bir parçası haline gelmiş olan tatminsizlik duygusu da, karakterin her hareketine yansıyor. Gündelik rutinine, yaşadığı şehre ve mesleğine duyduğu isteksizlik, hayata sıfır noktasından yeniden başlama ihtiyacı ile sürekli çelişerek Meg’i devingen ve ne yapacağı tam olarak kestirilemeyen bir kadın haline getiriyor.
Nick ise karısına olan aşkı hiç bitmemiş olsa da Meg’den herhangi bir dönüş alamadığı için zamanla iktidarsızlaşmış sönük bir adam olarak sunuluyor filmde. Vasat bir üniversitede uzun yıllardan beri felsefe profesörü olarak çalışmakta olan Cambridge mezunu Nick, çok başarılı ve gelecek vaat eden bir öğrenci olsa da, kariyerinde kendisinden beklenen sıçramayı bir türlü yapamamış bir karakter. “Paris'te Bir Hafta Sonu,” Nick’in özel hayatında karısına karşı hissettiği iktidar eksikliğinin, mesleğinde de benzer bir karşılığı olduğunu ustalıkla vurgulayan bir çalışma; bu sayede, tıpkı Meg gibi Nick’i de tek boyutlu bir film karakterinden öteye taşıyabildiği de ortada.
Başrollerinde Jim Broadbent ve Lindsay Duncan gibi iki usta oyuncunun yer alması “Paris'te Bir Hafta Sonu” gibi karakter ve diyalog merkezli bir filmin en büyük şansı. Meg’in tüm duygusal dinamizmini yüz mimiklerinden beden diline kadar vücudunun her metrekaresine yaymayı başaran Lindsay Duncan, harika bir performans sergiliyor. Jim Broadbent ise Nick’in pasif ve bıkkın görünüşünün altında içinde ne gibi fırtınalar koptuğunu sadece bakışlarıyla dahi anlatabilecek güçte bir oyun sergiliyor.
Bu iki anti-romantik karakterin hikayelerine arka fon oluşturan ‘aşıklar şehri’ Paris ise temsil ettiği tüm değerlerle filmin öyküsü besliyor. Michell’in filminde Paris, ne tüm tatilin kabusa dönüştüğü bir karabasanlar şehri, ne de vaat ettiği büyülü atmosferle bir romantizm fantezisi olarak karşımıza çıkıyor. Paris’in turistik mekanlarının fetişleştirilmeden öykünün içine serpiştirildiği çalışmada, şehrin özellikle Hollywood filmleriyle akıllara kazınan imajı normalleştiriliyor.
Sonuç olarak “Paris'te Bir Hafta Sonu,” özellikle Linklater imzalı “Gece Yarısından Önce”yi severek izlemiş sinemaseverlerin tercih edebilecekleri bir yapım. Başarılı karakter tahlilleri, oyuncu performansları ve her katmanı birbiriyle uyum ve diyalog içinde anlatılan sürükleyici hikayesiyle Roger Michell’in filmi türün meraklıları için tatmin edici bir sinema deneyimi vaat ediyor. Filmin, Jean-Luc Godard ve “Bande à part” hayranlarının yüzünü gülümsetecek son sahnesi ise kaçırılmamalı.