Yılın en etkileyici filmlerinden biri...
Yazar: Oktay Ege KozakKonu bir avuç gazetecinin en yüksek otoriteye sahip insanlar tarafından yapılan bir komployu halka açması etrafında oluşan gazetecilik prosedüreli türüne geldiğinde, gerçek hayatta Watergate skandalını meydana çıkarmış iki Washington Post gazetecisi erafında oluşan 1976 yapımı şaheser All The President’s Men’den daha iyisini bulmak zordur. Alan J. Pakula’nın filmi popüler kültürde o kadar kalıcı bir yer edinmiştir ki, günümüzde bile ne zaman gazeteciler etrafında oluşan bir film vizyona girse ilk olarak All The President’s Men ile karşılaştırılacaktır. Bu karşılaştırmaların aklıma gelen son bariz örneği 2007 yılında David Fincher’ın seri katil/gazeteci prosedüreli filmi Zodiac vizyona girdiğinde yapılmıştı. Fincher, muazzam Zodiac ile All The President’s Men’in kalitesine yaklaşmıştı, ama türün kralını tahtından edememişti.
Sıra bir grup Boston Globe gazetecisinin çocuklara tecavüz eden papazların katolik kilisesi tarafından örtbas edildiği komployu 2000’li yılların başında meydana çıkardığı gerçek hikayeden uyarlanan Spotlight’a geldiğinde, All The President’s Men’in vizyonundan kırk yıl sonra aynı oranda etkileyen, geren, ve sinirlendiren bir gazetecilik prosedüreli şaheseri görüyoruz. Spotlight, All The President’s Men ve türün diğer iyi örneklerinin yaptığı gibi aşırı duygusallıktan uzak durarak işlediği konunun sert gerçekliğine odaklanıyor, ve bu sayede papazlar tarafından yapılan çocuk tecavüzleri gibi ince bir meseleyi melodramatik tona sahip filmlerden duygusal bakımdan daha etkileyici bir biçimde inceliyor.
İşte Spotlight’ın All The President’s Men’in kalitesi üzerine getirdiği yenilik de bu: Kuru prosedürel yaklaşımına rağmen seyirciden yüksek oranda duygusal bir tepki çekebilmesi. Tabi ki masum çocukların bu denli çirkin bir biçimde kullanılması etrafında oluşan bir hikaye, bir avuç politikacının ta 1970'li yıllarda seçimi çalmaya çalışmasından daha güçlü bir duygusal tepkiye sebep olacaktır. Fakat papaz tecavüzleri ve katolik kilisesinin bu skandalı örtbas etmesi hakkında bir sürü film yapıldı, ve kanımca Spotlight’ın bu konuda şimdiye kadar en etkileyici yapım olmasının sebebi Josh Singer ve Tom McCarthy’nin sıkı senaryosu, Tom McCarthy’nin sabırlı ve titiz yönetimi, ve efsanevi oyuncu kadrosunun yarattığı kontrollü olduğu kadar duygu dolu performanslarında saklı.
Spotlight, Boston Globe gazetesinde bir grup sabırlı ve detay bazlı gazetecinin bir yıl boyunca bir mesele üzerinde araştırma yapıp uzun raporlar hazırladığı Spotlight bölümüne odaklanıyor. İnternetin geleneksel gazeteciliği darmadağın etmeye başladığı 2000li yılların başında Boston Globe’a gelen New York’lu editor Marty Baron (Liev Schreiber), gazeteye yeni bir heyecan aşılamak için Spotlight ekibinin tecavüzcü papazlar komplosunun peşinden gitmesini önerir. Katolik kilisenin Boston üzerindeki kontrolü büyüktür ve biliniyordur, ve bu yüzden bir sürü gazeteci o ana kadar bu kadar narin bir meseleyi takip etmek istememiştir. Fakat Baron, Boston’lu olmadığı için bu konuya daha objektif bakabilmektedir. Göz önünde bulunan haksızlıkları gerçekten görebilip bir şey yapabilmek için konuya dışarıdan bakmanın önemi üzerinde duruyor Spotlight.
Aralarında Mike Rezendes (Mark Ruffalo), Sacha Pfeiffer (Rachel McAdams), ve Walter Robinson (Michael Keaton) gibi saygıdeğer profesyönellerin bulunduğu Spotlight ekibi, bu meselenin peşinden gittikçe komplonun aslında ne kadar büyük ve global olduğunun farkına varırlar. Araştırmaları ilerledikçe ilk başta 10'a yakın papazın suçunu meydana çıkaracağını zanneden ekip, safi Boston’da yüzlerce papazın çocuklara tecavüz ettikleri için başka kiliselere transfer olduklarını öğrenirler.
Bu papazlar tutuklanmamış ve hapse girmemişlerdir, ve transfer edildikleri kiliselerde tecavüzlere devam etmektedirler. Spotlight ekibi bu mide bulandıran kısır döngü komplosunu açığa çıkarırken meselenin aslında ne kadar kişisel olduğunun da farkına varırlar. Katolik kilisesi ile büyüyen Mike karakteri, ve bu karakteri yaşama getirmekte Mark Ruffalo’nun usta performansı seyirciyle bu konuda duygusal bir bağ kurabilmek bakımından çok önemli. Filmin diğer performansları da harika.
Tom McCarthy, The Station Agent ve The Visitor gibi bağımsız dramalar ile saygı kazanmış bir yönetmen. Geçen senenin rezil Adam Sandler komedisi The Cobbler’ı yönettikten sonra McCarthy, Spotlight gibi bir şaheser ile resmen günah çıkartıyor. McCarthy’nin tipik prosedürel yönetimi ilk bakışta fazla stilden yoksun ve düz gelebilir, fakat ince numaralar ile seyirciden duygusal bir tepki almayı başarıyor.
Spotlight ekibinin papazlar tarafından tecavüze uğrayan insanlarla röportaj yaptığı sekanslarda hemen hemen her zaman arka planda bir kilise görüyoruz, bu da beynimizin arkasında tehdidin ve kilisenin muhteşem gücünün ne kadar yakında olduğunu her an fark ettiriyor. McCarthy, ayrıca ne zaman tansiyonu yükseltmesi gerektiğini bilerek harika bir ritm yaratıyor bu tür bir film için. All The President’s Men’de Robert Redford’un suikaste kurban gideceğini zannettiği gerilimli sahnenin benzeri Spotlight’ta da var, fakat bu sefer sahne içindeki karakterin çocukları korumak için yaptığı bir seçim etrafında oluşuyor.
Spotlight, herhangi bir politik veya dini organizasyona verilen sınırsız otoritenin ne kadar yokedici olabildiğini, kocaman toplumların yaşamlarını ne kadar darmadağın edebileceğini sabırlı bir yaklaşımla inceleyerek yılın en etkileyici filmlerinden birini sunmayı başarıyor.