Komşudan duymadığımız bir çığlık...
Yazar: Oktay Ege KozakRosewater’da genelde ilk uzun metraj filmini çeken yönetmenlerde bulunan teknik problemler yok değil. Özellikle bu yönetmenin sinemanın kamera arkası ile fazla bir geçmişi yoksa bu problemlerin bulunma olasılığı bir o kadar daha artıyor. ABD’nin popüler iğneleyici politik komedi şovu The Daily Show’un sunucusu (Geçenlerde ayrılacağını açıkladı fakat halen sunmakta) Jon Stewart’ın ilk yönetmenlik denemesinde derinlikten yoksun görüntü yönetimi, tona uygunsuz müzik seçimleri ve yeterli olmasına rağmen alışılagelmiş bir senaryo yapısı gibi beklendik sorunlar var.
Fakat diğer yandan Stewart’ın haksızca hapse atılmış ve işkence edilmiş İran’lı gazeteci Maziar Bahari’nin hikayesini anlatmak için içten bir biçimde projeye kendini adadığı bariz. Bu yüzden Rosewater, anlatılan hikayenin öneminin ve yönetmenin bu hikayeyi anlatmaktaki tutkusunun teknik problemleri rahatça örttüğü nadir dramlardan biri. Rosewater, belki hemen sinemada izlenmeyi gerektirecek, hayret uyandıran bir görsel yapıya sahip değil, fakat aynı oranda öfkelendiren ve ümit veren bu hikayeyi başarıyla etkileyici bir biçimde aktardığı da kesin.
Gerçek olaylardan uyarlanan filmin başında Maziar (Gael García Bernal), 2009 yılında İran seçimleri hakkında Newsweek’e yazmak için İngiltere’deki hayatını ve hamile eşi Paola’yı (Claire Foy) geride bırakarak anavatanı İran’a gidiyor. Maziar, sadece bir kaç hafta süreceğini zannetiği bu iş sırasında hem Ahmedinejad’ın seçimlerdeki ‘zafer’inin ardından oluşan protestoları kaydediyor, hem de The Daily Show’un komedi skeçi gibi oluşturulmuş sahte bir röportajına katılıyor. Gerçek hayatta Stewart’ın Maziar ile olan kişisel bağlantısı işte burada başlıyor.
Seçimlerin yürek burkan sonucundan sonra Stewart, ekonomik bir hikaye yaklaşımı ile çabucak İran halkının ne kadar ümitsiz olduğunu gösteriyor. Maziar’ın annesi Moloojoon (Shohreh Aghdashloo), Musharraf’ın kendi memleketinde bile ‘kaybettiğini’ öğrenince ‘Onun kendi memlekinde bile kazanmasına İZİN vermediler’ diyor. İran halkı için politik haberler kötüye giderken Maziar ve ailesi de kendilerini felaket bir durumun içinde buluyorlar. Eşine geri dönmeye hazırlanan Maziar, birden İran polisi tarafından gözaltına alınıyor, hücre hapsine atılıyor ve bu noktadan sonra duygusal ve fiziksel işkenceler ile dolu hapis yaşamı başlıyor.
Maziar’ın hapse atılmasının sebebi ise gayet basit aslında, ve Maziar’ın kendisi veya yaptıkları ile alakası yok: Seçimlerden sonra İran devleti halk üzerinde olan kontrolünü kaybetmeye başlıyor ve bu yüzden Maziar gibi batı dünyası ile bağlantısı olan İran’lı bir gazetecinin aslında İran devleti hakkında kötü yalanlar dağıtmaya çalışan bir CIA ajanı olduğunu ‘kanıtlamaya’ ihtiyaçları var. Bu sayede devlet, problemlerinin kendilerinden değil de hain batının komplolarından kaynaklandığını halka yutturabilirse üzerlerinde oluşan tansiyon rahatlayacak. Bu tarz numaraların kendi halkımıza da gayet tanıdık geleceği kesin.
Stewart, Rosewater için The Daily Show’daki hicivci komedyen kişiliğini bir kenara atıyor. Tabii ki ara sıra bir kaç komik sahne var, fakat bu komedi anları Maziar’a işkence eden ve sorgulayan polislerin absürd seviyelere varan cahilliğinden ve zalimliğinden kaynaklanıyor. Filmin belki de en komik sahneleri, Maziar’ın The Daily Show’daki rolü yüzünden casus olarak suçlanması ve ardından polise Jon Stewart’ın memleketi New Jersey’i bir seks cenneti olarak tanımlamasında oluşuyor. New Jersey’nin süpermodellerle dolu bir seks cenneti olmadığını bilmek için oraya gitmiş olmanıza gerek yok. Bir iki Sopranos bölümü izleyin, işte size seks cenneti. Bu bir kaç sahne dışında Stewart, hikayeyi olabildiğince sert bir dürüstlükle aktarmak için elinden geleni yapıyor.
Stewart’ın yaptığı bir diğer akıllı seçim, Maziar hapse atıldıktan sonra onu kurtarmak için oluşan çabaları göstermemesi. Bu sayede seyirci, Maziar’ın tecrübe ettiği ümitsizlik, karmaşa ve yalnızlığı onunla beraber yaşıyor. Bu yaklaşım o kadar etkileyici ki, Maziar’ın annesinin oğlu hakkında bir haberi izlediği kısa ve gereksiz bir sahne bile neredeyse bu ilüzyonu bozuyor.
Filmdeki performansların hemen hepsi muazzam. Meksika’lı olmasına rağmen Bernal, seyirciyi İran’lı olduğuna inandırıyor. Oscar adayı olan Aghdashloo ise ne kadar duygusal güce sahip bir aktris olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. Sıra Maziar’ın babası rolündeki Haluk Bilginer’e geldiğinde ise, çocukluğumdan beri tipik bir Türk centilmeni olarak bildiğim bu efsane aktör, İran’lı sert ve kendini inançlarına adamış bir baba olarak rolünün içinde kayboluyor resmen.
Ne yazık ki Bobby Bukowski’nin düz görüntü yönetimi dijital sinemanın fazla temiz ve pürüzsüz görünüşünü olduğu gibi aktarıyor. Filmin gayet amatörce ve hatta yer yer uygunsuz müziğini dinledikten sonra zamanında Yüzüklerin Efendisi’nin müziklerini yazmış olan Howard Shore’un ismini jenerikte görünce de bayağı şaşırdım.
Maziar’ın geçmişinin Londra dükkanlarında görünmesi gibi bazı görsel numaralar dışında Stewart, gayet alışılagelmiş bir görsel yapıyı takip ediyor, hatta yaptığı bazı seçimlerde seyircinin zihnine fazla güvenmiyor gibi. Mesela Maziar’ın ölü olduğunu bildiğimiz babası ile konuştuğu sahnelerde çektiği işkenceler yüzünden halüsinasyon gördüğünü anlamamız için Maziar’ın tek başına boş duvara baktığı çekimlere durmadan kesmeye gerek yok.
Bu küçük teknik problemler haricinde Rosewater, ümidin gücü ve otoritesini yobazlık ve kabadayılık için kullanan liderlere karşı durmanın önemini tutkuyla aktaran bir dram. Filmde gösterilen problemlerin benzerlerinden fazlasıyla yakınan Türk seyircinin de sinema salonlarında da olsa azıcık ümide ihtiyacı var.