Mutluluğu tutkularımızın ötesinde bulabilir miyiz?
Yazar: Funda SularözHayatını erotizmin tutkusuyla şekillendiren, dünyayı bu bakış açısıyla algılayan ve çevresindeki insanların hayatlarından ya da duygularından izole bir kadının hikayesi.
Kendi dünyamızda hissettiklerimiz gerçekse, geri kalanımızın gerçekliğinde karşılığı nedir? Tutkularımızın yansıması çevremizin hayatını nasıl etkiler? Mutluluğu tutkularımızın ötesinde bulabilir miyiz? Aşk Mektupları genel çerçevede bana bu soruları sordurdu.
Milena Agus’un romanından uyarlanan film, yönetmen Nicole Garcia’nın Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye (PalmE d’oR) için yarışan 3. filmi. 2002’de L’adversaire, 2006’da Selon Charlie filmlerinden sonra yönetmen Aşk Mektupları’yla da Cannes’dan eli boş dönse de hatırlanası bir eser sunuyor.
Aşk Mektupları Türkiye’de Film Ekimi ile ilk olarak seyirci karşısına çıktı. Bu hafta da çok az sinemada izleyicisini bekliyor. Filmin başrol oyuncusu Oscar ödüllü Marion Cotillard’ın ülkemizde vizyonda olan 2. filmi. Geçtiğimiz hafta vizyona giren Hollywood yapımı Müttefik filmiyle çok daha fazla seyirciye ulaşacak olsa da Aşk Mektupları’ndaki Gabrielle rolünün oyunculuğu için başka bir meydan okuma olduğunu düşünüyorum.
2. Dünya Savaşı ertesinde, Gabrielle taşrada ailesiyle birlikte izole bir hayat sürmektedir. Tutkuyu evli bir adamda arar ve reddedilince adeta kendini kaybeder; yaşadığı çiftliğin kıyısındaki ormana dalar ve acısıyla kalır. Köy ahalisi onu bulduğunda bu sefer kendini odasına kapar ve içine daha çok kapanır. Annesi bir adamın ona iyi geleceğini düşünür ve Gabrielle’i evlendirme kararı alır. Gabrielle ya ruhsal bozukluklarından dolayı hastaneye yatacaktır ya da işçileri Jose ile evlenecektir. Jose ile anlaşmalı evliliği kabul eder; onunla birlikte olmayacaktır. Jose bu anlaşma çerçevesinde ama kendi usulünce Gabrielle’i severken, Gabrielle böbrek taşı düşürdüğü için tedavi amaçlı bir kaplıcaya gider ve orada tanıştığı teğmen ile tutkusu alevlenir.
Aşk Mektupları, hayatını erotizmin tutkusuyla şekillendiren, dünyayı bu bakış açısıyla algılayan ve çevresindeki insanların hayatlarından ya da duygularından izole bir kadın çevresinde şekilleniyor. Erotik bir drama diye adlandırabileceğim film Nicole Garcia’nın yorumuyla tam bir kadın filmi. Erkekler kadınların kendini ifade edişinde bir araçken Gabrielle, annesi, kardeşi ve kaplıcada çalışan Agostine’in bakış açısıyla dünya yorumlanıyor ve bu insan yaratılışının kusurlarıyla ifade ediliyor.
Saplantılı bir karakter olan Gabrielle’in dünyada ilgi duyduğu tek şey tutku. Evli öğretmen için hislerini yazarken bahsi temastan geçiyor. Ve bu deneyim Andrea’ya olan hislerinde replikasını yaşatıyor; Andrea’dan istemediği şeyleri duyduğunda, ilk reddedilişinden sonra olduğu gibi yine onu koşarken buluyoruz. İlişkiye girmedikleri için cinsellik ihtiyacını para vererek karşılayan Jose ile sevişmeden seksi para isteyerek bir kere deneyimlemek isteyen Gabrielle, Andrea ile “gerçekten” sevişmek istiyor fakat bu Gabrielle’in ideal dünyasını yaratmak istemesinin bir parçası gibi. Üniversiteden hocam Prof. Dr. Çetin Sarıkartal bir keresinde aşkı bir kere yaşıyoruz ve sonrasında o hissi arıyoruz demişti. Bu hikaye bu düşünceyi destekler nitelikte.
Film yavaş tempoda ilerlese de her sahnenin dantel gibi işlenişiyle görsel şölene dönüşüyor. Filmi bir kere daha izlediğimde yakalayacağım başka ayrıntılar olacaktır. Delilikle normal bir hayat arasında gidip gelen Gabrielle’e vücut veren Marion Cotillard insanın içine işliyor. Kendisiyle ilk Cesaretin Var mı Aşka? filmiyle tanışmıştım. Farklı karakter yapılarına sahip olsa da bu iki karakterin şahsına münhasır ve başına buyruk özellikleri ilk tanışıklığımı anımsattı ve yine kendine hayran bıraktı.
Film sarsıcı bir sonla bağlanmak istenirken tahminlerim doğrultusunda ilerlediği için beni daha çok etkileyen hikayenin bu tarafı değil; sade ama derin, yeni hikayelere gebe son sahnesi oldu. Daha mutlu bir yaşam için merkezimi kendimizden dışarı çevirmek iyi gelebilir mi? Filmi izleyin, yorum sizin…