BEYAZPERDE FİLM YORUMCUSU ARKADAŞIMIZIN BU FİLME 1.5 VERDİĞİNE İNANAMIYORUM ONLARCA KÖTÜ FİLME BOL KESEDEN PUAN VEREN ARKADAŞLARIMIZ BU FİLME NASIL 1.5 PUAN VERİR ŞAŞKINLIK İÇİNDEYİM KESİNLİKLE EN AZ 5 ÜZERİNDEN 4 PUANI ALMAYI HAKEDEN BİR BİLİMKURGU FİLMİ BİR YAPIM ALTTAKİ YAZIMI OKUYUN SONRA FİLMİ İZLEYİN FİLMİN PUANINI VERİN
Passengers (Uzay Yolcuları) filminin. İnternetten gelen yorumların filmi uzayda geçen bir Titanic’e (Titanik) benzetmesi ise umutlarımı iyiden iyiye köreltmişti. Bir türlü ısınamadığım ve her daim mesafeli yaklaştığım Jennifer Lawrence, Chris Pratt ve Michael Sheen üçlüsü de olunca, umutsuzca girdim o salonun kapısından içeriye. Çıktığımda ise yanıldığıma daha önce hiç bu denli sevinmediğimi fark ettim…
Yönetmenliğini The Imitation Game’den hatırladığımız Norveçli yönetmen Morten Tyldum’un üstlendiği, senaryosunu ise beklentilerin oldukça altındaki The Darkest Hour (2011) sonrası Prometheus ve Doctor Strange filmleriyle kendini toparlayan Jon Spaihts’in yazdığı Passengers, aşkın bilimkurguyla buluştuğu, gerilim ve heyecanın eksik olmadığı bir hikayeyi anlatıyor. 150 yıllık bir seyahatin sonunda varacakları gezegende yeni bir koloni kurması için bir şirket tarafından donduruculara yerleştirilen 5000 yolcudan birinin bir arıza sonucu uyanmasıyla başlıyor her şey. James ‘Jim’ Perston (Chris Pratt) isimli bu adam –ki kendisi aynı zamanda elinden her iş gelen bir mühendis– kimseye ulaşamadığı, kimsenin de ona ulaşamadığı uzayda bir başına kalıyor. Bir yıl boyunca elinden gelen hey yolu deneyen ancak bir çıkış yolu bulamayan Jim, sonunda bütün bu yalnızlığına kendisine eşlik edecek bir partner bularak son vermeyi kararlaştırıyor. Gördüğü anda vurulduğu Aurora Lane (Jennifer Lawrence) adlı kadının hayat hikayesine, kişiliğine dair bilgiler edindikçe, onun “doğru kişi” olduğuna daha da çok inanıyor. Onun hayatını elinden alıyor olmanın, onu da kendi gibi 90 yıllık bir hapse mahkum etmenin korkusuyla Jim, ömrünün sonuna dek birlikte olmak istediği bu kadını unutmaya çalışıyor. Ne var ki koskoca gemide bir başına kalan ve önünde onlarca yılı olan Jim sonunda Aurora’yı uykusundan uyandırmaya kararını veriyor. Birbirlerine tutulan ve bir yıl kadar mutlu mesut yaşayan ikilinin tüm mutluluğu ise önce Jim’in sırrının sonrasında da Jim’in uyanması ardındaki gerçeklerin gün yüzüne çıkmasıyla mahvoluyor. Ancak Jim ve Aurora’nın ilişkilerinden önce yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan gemiyi kurtarması gerekiyor.
Bayıldım..Tek kelimeyle çok beğendim.Bu kadar az izlenmesi beni her ne kadar şaşırtsa da IMDB puanın misliyle hak ettiğini düşünüyorum.İzlerken yer yer soluksuz kaldığım filmde içinde çok şey barındıran iki kişinin yaşam mücadelesini görmekteyiz.Çok kişi varken yalnız kalan insanlara inat, iki kişi varken hayatı ne kadar çok kişi haline dönüştürme seyrini filmde barındırdığı şekilde görmekteyiz. Başrollerimiz Chris Pratt ve Jennifer Lawrence gayet iyi iş başarmışlar.
Passengers filmini özetlemek gerekirse Matt Damon’ın geçtiğimiz yıl vizyona giren The Martian filmi gibi başlayan, sonrasında Titanic’e evrilen bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz sanırım. Zira filmin ilk bölümünde uzay gemisinde ya da daha açık konuşmak gerekirse ıssız bir adada bir başına kalmış bir adamın hikayesine tanıklık ediyoruz. Ancak bu hikayede The Martian’dan daha gerçekçi olarak kahramanımızın nasıl tükendiğini, nasıl hayatına son verme raddesine kadar gittiğini görüyoruz. Çünkü bu gemide, bu su yerine boşlukla çevrelenmiş adada amaçsızlığın getirdiği bir tükenmişlikle boğuluyor. Aurora’yı görmesi ve onun hayatına dahil olmasıyla ise filmin ikinci kısmı başlıyor, ancak bu iki bölüm arasındaki geçişi film, geminin android barmeni Arthur’un (Michael Sheen) akıl dolu tavsiyeleriyle mantıksal bir zemin üzerine oturtarak gerçekleştiriyor. Filmin finalden önceki son bölümü ise Jim’in vicdan azabı çektiği, Aurora’nın başkasının seçtiği bir hayatı yaşıyor olmanın verdiği kederle depresyona girdiği ve geminin de ilişkileri gibi sona doğru sürüklendiği bir süreci anlatıyor. Gerilim ve aksiyon dolu bu sürecin sonundaki final kısmı ise maalesef biraz uzatılıyor.
Filme dair en büyük şüphem, Pratt – Lawrence ikilisinin nasıl bir “çift” olacağı yönündeydi. Zira alışılagelmiş Hollywood aşıklarının taşıdığı özellikleri taşımayan ve bu türlü bir ilişki yaşamaları pek de kolay görünmeyen ikilinin uyum sorunu yaşacağı gerçeği kaçınılmazdı. Ancak hikaye içinde kendi kendine şekillenen karakterleriyle –ki bana kalırsa filmde takdiri en çok senarist Jon Spaihts hak ediyor– Jim ve Aurora’nın ilişkisi Hollywood romance’lerinin bilindik dinamiklerinden farklı bir zemin üzerinde hayat vuruyor. Ve oyuncuların bu karakterleri kolaylıkla benimsemiş olmasıyla da ortaya uyum sorunu olmayan, aksine mükemmel bir etkileşime sahip bir çift çıkıyor. Filmin mizahi anlamda dinamosu konumundaki Arthur rolünde karşımıza çıkan Sheen ise kusursuz performansıyla bu harika çifte eşlik ediyor.
Bir kaçış filmi olan Passengers, izleyiciyi minimalist mimarisiyle dikkat çeken Avalon’a (uzay aracının adı) koyup gündemin, dertlerin ve gerçeklerin uzağına götürüyor adeta. Su gibi geçen 116 dakika boyunca yaratıcı sahneleri (Lawrence’ın suda boğulduğu sahne tek kelimeyle harika) ve Hollywood romance filmleri standartlarının üzerindeki senaryosuyla adeta büyülüyor. Final kısmı dışında pek kusur bulamadığım Passengers (Uzay Yolcuları) gerçekten de Titanic gibiymiş; beni götürdüğü diyarlara yeniden gidebilmek için onlarca kez, sıkılmaksızın izleyebilirim.