Aşkın Dili, ekmeğin tadına eşittir!
Yazar: Banu Bozdemir2003 yılında Nathalie ile hayatımıza giren, sinema algısını genel olarak cesur ve muzır olarak nitelendireceğimiz (ama kesinlikle bir Catherine Breillat değil) Anne Fontaine ellerinden çıkma oldukça akıcı, absürd, komik, kışkırtıcı bir film Gemma Bovery /Aşkın Dili.
Filmin en önemli unsuru konusundan çok ortalıkta arzu nesnesi olarak süzülen Gemma Arterton filmdeki adıyla Gemma Bovery. Fransız yazar Gustave Flaubert’in ünlü romanı Madam Bovary’nin tam bir modern versiyonu. Ama şehirde değil tam da taşranın zaman zaman kendini aşan yalnızlığında geçiyor. Tabii işin içinde bir de Posy Simmonds’ın aynı isimli resimli romanı var ki filme eşlik eden hikaye daha çok o kısım!
Madam Bovary bilindiği gibi doktor kocasının idealleri ve lüks tutkusundan bunalarak kendine farklı bir yol çizmeye çalışması ve bir dizi ilişki yaşamasıyla dikkat çeken bir karakter. Gemma’nın kocası aynı ismi taşımasına rağmen 1900’lü yıllardaki adaşı gibi sıkıcı ve hırslı bir adam değil, sadece karısının beklentilerini taşra ortamında fazlasıyla yalnız ve serbest bırakıyor. Tabii bir de bu isimleri ve cisimleriyle bu çifti inanılmaz izlenesi bulan komşu Martin var ki filmin absürd ve komik kısmı biraz da onun arsız merakı sayesinde ortaya konuyor.
Gerçek hayat ve edebiyatın bu denli benzeşik ve sevimli şekilde iç içe geçtiği film trajik yanları budayarak daha çok absürd bir komedinin peşinde dolanıyor ki, dram ve komediyi güzel bir biçimde buluşturan Fransızlara has bir yanı da yok değil hani.
Fontaine geçen yıl Yasak Aşk filmiyle sınır tanımayan aşkın farklı bir yanına el atmıştı. Çevre faktörünü es geçmeden filmlerine çok iyi monteleyen yönetmen Yasak Aşk da tüketimin, rahatlığın ve doğanın kollarında çok da fazla sorgulanmayan hayatın için sokmuştu bizi. Burada da taşra duygusuyla aynı duygunun farklı bir versiyonuyla karşılaştırıyor bizi. Tabii Martin’i ikilinin peşine takarak.
Martin fırında ekmek pişiren, bir yandan da çok sevdiği Madam Bovary romanının karakterlerini ay gibi parlak bir şekilde karşısında bulmuş bir adam. Hal öyle olunca bu çifti markaja alıyor ve romanı bir kere de onlar üzerinden okumaya başlıyor. Tabii zaman zaman fazlaca burnunu soktuğu ilişkinin egosantrik bir nesnesi haline geliyor, kimi zaman kontrollü bir mesafenin arka planında gizleniyor. Martin’e hayat veren Fabrice Luchini on numara iş çıkarıyor ve neredeyse koca filmin havasını tek başına değiştiriyor. Meraklı, ilgili, yardımsever ve Gemma’ya hayran bir komşuyu iç sesiyle bizlere pek güzel taşıyor.
Gemma Artenton’un hepimizi saran güzelliğiyle filme sımsıkı sarılırken, Luchini’nin parlak mimikleri sayesinde gevşiyoruz. Tabii filmin tek olayı Madam Bovary uyarlaması havalarında devam etmesi değil araya serpiştirilmiş sürprizler filmi tahmin edilmeyecek yollara sokuyor. Martin’in soy isminin Joubert olması onu ister istemez yazar Flaubert ile bir özdeşlik kurdurmaya zorluyor bizim gözümüzde. Romanı akışıyla gerçek hayatın kurgusunu eline almış gibi hisseden Martin de bir noktadan sonra da tökezliyor ve kendisi dahil herkesi az da olsa rahat bırakmaya ikna oluyor.
Aşkın Dili taşranın değişik algısına dair ince bir ironi içeren, romanların belli başlı sonlarının karşısına kapı gibi gerçek hayat sürprizleri çıkaran, hatta romanın filmin üzerindeki etkisini kırmak için absürd bir havaya bürünen gayet başarılı bir film. Kadın dünyasının kendi uyanışına da izin veren, arzunun nesnesi olmakla ihanetin girdabı arasında ‘ekmek’e kallavi bir anlam biçen değerli bir film. Romanlar ilham olur ama hayatlar yaşanır diyebiliriz filmin ana fikri için!
twitter.com/BanuBozdemir