Kayıp Kız (Gone Girl)
Evliliklerinin 5. yılında aniden ortadan kaybolan Amy için polis harekete geçer. Bir cinayet ya da kayıpta her zaman için kişi evliyse eşine, bekar ise sevgilisine bakılır yolundan giden polis ilk şüpheli olarak Amy'nin kocası Nick'ten şüphelenir. Nick ve kız kardeşi hem polisin hem de basının baş şüphelisi haline gelirler. Tüm bunların üstüne Amy'nin kocasından korktuğunu ve onu öldürmesinden endişe ettiğini yazdığı günlüğün polisin eline geçmesi ile işler iyice çağrından çıkar.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki filmde bir boşluk bir eksiklik yok. Aradım, taradım; ama eksik bir nokta bulamadım. Belki filmin bir noktasında Nick'den daha fazla şüphe etmemiz sağlanabilirdi. Oldukça kusursuz bir senaryoya sahip bir film olmasına rağmen benim gibi bulduğu her cinayet, kayıp, otopsi, hapishaneden kaçış, Tam Paçayı Kurtarıyordum ki tarzı belgesellerini seyreden biri için hiç bir şaşırtıcı yanı yoktu. Olayın tam da tahmin ettiğim şekilde ilerlemiş ve sonuçlanmış olması filmin asla bir eksisi değil. Aslında bir yandan da yönetmen bilerek bazı şeyleri baştan ortalığa döktü diye de düşünmüyor değilim. Mutfakta bulunan deliller baştan çok net bir fikir veriyor. Bence yönetmen konuyu daha çok medya ve adalet sistemi üzerine çekmek istemiş gibi duruyor.
Algı her şeydir üzerinden giden film. Güzel, başarılı, hamile, kocası tarafından aldatılan bir kadına karşı toplumun kocayı linç etme kolaylığının yanında, kafaya fırlatılan ayıcık şekerlemeleri ile medyanın ve toplumun nasıl yönlendirilebileceğinin de en mükemmel örneği.
Bu filmi spoiler olmadan anlatman neredeyse imkansız. Yazıyor sonra siliyorum. "Bunu yazarsan olmaz sil onu" diye diye geriye bir şey kalmadı. Bende olayı oyunculuklara çevirmeye karar verdim. Oyunculuk yıllarının başlarında bu adamı niye oynatıyorlar dediğim Ben Affleck'in Operasyon: Argo'daki başarısından sonraki dönüşümü göz kamaştırıcı. Rosamund Pike, Suretler, Cinayet Gecesi ve son anda hatırladığım Aşk ve Gurur filmlerinden tanıdığım güzel kadın rollerindeki oyuncu bir başka güzel kadın rolüyle daha karşıma çıkınca pek şaşırmadım; ama oyunculuğu tek kelimeyle olağanüstüydü. Oscarlık mı? Kesinlikle. Dedektif rolünde gördüğümüz Kim Dickens, bir elindeki plastik eldivenini ve diğer elindeki kahvesi ile mükemmel bir seçim olmuş.
Filmi seyrettikten sonra bu filmin yönetmeninin David Fincher olduğunu öğrendiğimde verdiğim tek tepki "vav" oldu. Seven (tabi ki favori filmim), Game, Dövüş Kulübü, Panik Odası, Zodiac, Sosyal Ağ ve pek o kadar da beğenmediğim Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi ile Ejderha Dövmeli Kız'dan sonra hem yönetmenliğini hem de senaristliğini yaptığı Seven gibi ya da psikolojik film denince akla gelen ilk filmlerden olan Dövüş Kulübü gibi bir filme ihtiyacı olan Fincher, tam kendine göre bir konu bulmuş dedim.
Dövüş Kulübü filmine 25. kare öğelerini yerleştirdiği söylenen yönetmen acaba bu filme de böyle kareler ekledi mi demekten kendimi alıkoyamadım. Filmin sonunda daha önce düşünmediğim bir şey düşünmüş ya da istemiş miydim. :) Bir sahneyi doksan kez çekebilen bir yönetmenden her şeyi beklerim.
Etrafındaki çiftler gibi olmak istemeyen bir çiftin yoldan çıkışı, aile bağları, medyanın ikiyüzlülüğü, kardeşlik bağı mükemmel konu, mükemmel oyunculuk.
Gelelim bu film için işin en zor kısmına. Puan verme noktasından ortada kala kaldım. Bir yandan bu senaryo çok iyi derken diğer yandan "e ben hiç şaşırmadım noktasındayım". IMDB kaç puan vermiş bir bakalım. Çok vermiş 8,4. Ben o kadar cömert olamayacağım. 7,8.