Hayat mı daha garip yoksa aşk mı?
Yazar: Misafir KoltuğuHayatlarını aşklarına adamış iki farklı ruh: George (Alfred Molina) ve Ben (John Lithgow)… 20 yıldan uzun süredir bir tarafta sevgiyi diğer tarafta da özlemi yaşayan; ilişkilerini kimi zaman gizli saklı yaşamak zorunda kalmış; kimi zaman da etraflarındaki diğer insanlara hissettirmenin bir yolunu bulmuş, ikinci baharının kıyısında iki adam… Aşk ve bağlılık ile bezeli yıllara yayılmış romantik bir serüven onlarınki.
Nihayetinde birbirlerine karşı koşulsuzca sevgi besleyen bu iki saf ruh, birlikteliklerini bir evlilik ile taçlandırmaya karar veriyorlar. Başlangıçta, formaliteye tekabul eden pek çok sosyal sıkıntıyı bertaraf edecek gibi görünen bu evlilik ne yazık ki kendilerini, hayatlarının ve birlikteliklerinin en sarsıcı sınavlarından birinin kıyısına sürüklüyor. George’un, çalıştığı St. Grace kilisesindeki müzik öğretmenliğine devam edememesi, ikiliyi maddi krizin eşiğine getiriyor. Okuldaki herkes bu iki adamın eşcinsel birlikteliklerinden haberdar olduğu halde; evlilikleri, yakın çevrelerinden olduğu gibi kabul görmüyor. İkilinin hayatlarını resmi olarak birleştirme haberlerinin psikoposluğun dışına yayılması ve sosyal medyada bile ikilinin evliliğinin detaylarının yer almasıyla birlikte de George tek sabit geçim kaynakları olan işine elveda demek zorunda kalıyor.
Hem George’un işini kaybetmesi, hem sağlık sigortasının peşinden koşmaları hem de tüm sevdiklerini yaşadıkları yeri geride bırakarak yepyeni bir hayata başlama ihtimaline dair hazırlıkları, zaten hayatlarının son dönemecine girmiş olan ikiliyi yorgun düşürüyor. Nihayetinde Ben ve George, yeni bir ev bulana kadar, geçici bir süreliğine tanıdıklarının yanında kalmaya karar veriyorlar. Ben, yeğenine, George ise kendisi gibi eşcinsel olan iki polis memurunun yanına yerleşiyor. Daha evliliklerini bile yaşayamadan ikili bambaşka yerlere sürükleniyor ve ayrı evlerde farklı insanların hayatlarına dahil olup, yola bir süre de bu şekilde devam etmek zorunda kalıyor.
Gri tonlu romantik filmlerin yönetmeni Ira Sachs, Aşk Başkadır'da, yine oldukça sade ama etkileyici bir dille, sadece bu iki adamın hikayesini değil, onların temas ettiği hemen hemen herkesin hikayesini perdeye taşıyor aslında. George ve Ben’in kendilerini dış dünyaya kabul ettirme öyküsünü; ikilinin ilişkisi üzerinden değil; yakınlarının sorunlarına karşı ilgisizleşen tipik metropol insanı penceresinden, didaktizm sularını kulaçlamadan servis ediyor izleyiciye. Zaten ilişkilerini gizlemeden yaşayabilme aşamasına ancak hayatlarını ikinci baharında geçmeyi başarabilen Ben ve George’un öyküsünü ve sosyal hayatlarındaki bu yarı trajik mağduriyetlerini kenarından köşesinden sündürmeden ve sömürmeden anlatmayı tercih ediyor.
Evlenerek mutlu olacaklarını öngördükleri bir hayata merhaba demeyi düşünen bu iki adam; zaman içerisinde kendilerini hiçbir zaman bir parçası olarak göremedikleri ailelerin yaşadıkları gündelik kaygılarla tepeleme dolu, kendilerine kısmen yabancı sayılabilecek kaygılara dahil olmaya çalışırken; yaşadıkları senkron sorunları ve birbirlerine duydukları derin özlem nedeniyle de günden güne mutsuzlaşıyorlar. Bir yere ait olamama, yaşam alanlarının elinden alınması, kendilerini zorunlu bir şekilde sürüklendikleri bu hayatta adam akıllı bir yere konumlandıramama gibi sıkıntılar; kendi düğünlerine bile koştura koştura gitmek zorunda kalan bu iki adamın yakasını bırakmıyor. Nihayetinde karamsarlığından pek fazla feragat etmeyen Bob ile her koşulda soğukkanlılığını koruyarak, besleyip büyüttüğü ilişkinin ayakta kalması için efor sarfeden ve bu durumdan hiç de şikayetçi olmayan George; bu gün draje haline gelen duygusal ilişkiler için ibret alınması gereken bir dayanışma sergiliyorlar her anlamda. Yine de yönetmen Sachs bu dayanışmayı allayıp pullayarak, abartılı bir romantizm şovu sergilemiyor. Onun derdi, bir nevi lafa gelince omuzunuzu rahatça yaslayabileceğiniz insanlara muhtaç olduğunuzda değişen tavır ile ilgili gibi görünüyor. Verdiğimiz sözlerin altındaki samimiyeti; bir tarafta George diğer tarafta da tanıdıkları diğer tüm yakınlarını tartıya oturtarak sorguluyor.
Son tahlilde her koyun bir noktada kendi bacağından asılıyor. İşte tam da “o noktada” fedakar koyun George’un sözlerine düşüyor yeniden aklımıza; “Aşk haksızlıktan hoşlanmaz ama doğruluktan keyif alır.”
Fatih Yürür