Sean Penn, Liam Neeson'ın koltuğunu devralırken...
Yazar: Oktay Ege KozakThe Gunman ile ‘50li yaşlarına gelmiş saygıdeğer Hollywood yıldızı orta bütçe aksiyon yıldızına dönüşür’ furyası tam gaz devam ediyor. Liam Neeson,’lı 2008 yapımı 96 Saat ile başlayan bu akım o kadar popülerleşti ki, ABD’de Neeson’lı Gece Takibi ve Sean Penn’in başını çektiği The Gunman aynı haftasonunda vizyona girerek aynı türü yarıştırıyor. Bir de Taken ve benzeri aksiyon/gerilimlerin Luc Besson yapımları olarak başladıklarını akılda tutarsak, bu filmler genelde yeni yetme Fransız aksiyon yönetmenlerinden geliyor.
Bu yüzden Run All Night, daha önce Neeson’u Kimliksiz ve Non-Stop’da yönetmiş olan Jaume Collet-Serra’nın elinden çıkmış. Diğer yandan Neeson’u ilk Taken ile ikinci baharında aksiyon yıldızı yapan Pierre Morel, aynı sihiri Sean Penn’e aktarmaya uğraşıyor. Liam Neeson geçenlerde verdiği bir röportajda 60lı yaşlarının ortasına gelirken artık aksiyon filmlerinde oynamaktan vaz geçeceğini söyledi. Bu filmler halen para kazandığına ve Neeson benzeri bir sürü yıldız giderek yaşlandığına göre yapımcılar Neeson’un yerine gelecek birini arıyorlar tabii ki. Benzeri bir yaklaşım Kevin Costner’lı Son 3 Gün üzerinde denenip başarısız olunca Sean Penn, politik soslu bir Taken kopyası ile sırasını deniyor.
Bu filmlerin asıl amacı tabii ki ustaca elden geçirilmiş kavga, silahlı çatışma ve araba kovalamaca sekanslarını gayet basit bir konunun arasına sıkıştırmak. Sean Penn ve yaşına göre hayret uyandıran kaslı vücudunun başrolde olduğu The Gunman ise bu bakımdan hayal kırıklığı yaratmıyor. Herhangi bir orjinalliğe sahip yetişkin bir aksiyon klasiği beklenmediği sürece türün hayranlarını mutlu edecektir.
Jim Terrier (Sean Penn’in canlandırdığı bu karaktere daha düzgün bir isim bulunamamış mı, Jim Labrador gibi mesela?), Kongo’da çalışan bir paralı asker, aynı zamanda da gizli bir süikastçidir. Tartışmalı bir madencilik bakanını öldürmek Jim’e düşünce hem Kongo’yu, hem de kız arkadaşı Annie’yi (Jasmine Trinca) terk etmek zorunda kalır. Aradan sekiz yıl geçer ve Jim, geçmişin günahlarını yardımcı organizasyonlar için çalışarak kapatmaya çalışmaktadır. Fakat esrarengiz bir örgüt Jim’i öldürmeye çalışınca Jim hem Kongo probleminin kapanmadığını, hem de Annie’nin suikasti planlayan Felix (Javier Bardem) ile evlendiğini öğrenir. Örgüt peşinden geldikçe Jim, hem kendini ve Annie’yi korumaya, hem de bu gizemi çözmeye zorunludur.
Görüldüğü gibi gayet basit bir entrika/gerilim konusuna sahip The Gunman. Filmin asıl kozlarının aksiyon sahnelerinin teknik başarısı ve Sean Penn’in karizması ve enerjisi olduğu belli. Penn’in Liam Neeson’un tahtına oturmak istediği bariz, fakat Neeson’un sakin ve odaklı aksiyon kişiliğini takip etmektense daha keskin ve tutkulu bir karakterizasyon ortaya koyuyor. Jim’e zorluk olsun diye verilmiş, sırf senaryoya gerektiği zamanlarda ortaya çıkan bir beyin hasarı alt konusu ise seyircinin karakterle özdeşleşmesini basitçe aradan çıkarıyor.
Sean Penn’in ne kadar politik bakımdan liberal ve yardımsever bir yıldız olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan Penn, yazarlarından biri olduğu senaryoya Afrika’daki yolsuzlukları ve fakirlikleri sokuşturmaktan çekinmiyor. Fakat asıl amaç tabii ki çatışma ve kavga sahneleri ve bu bakımdan The Gunman hayal kırıklığı yaratmıyor. Bir İspanyol konağında geçen silahlı çatışma sahnesi ile finaldeki uzun, yakın çekimler ile etkileyen kavga sekansı türün minimum gereksinimlerini yerine getiriyor. Araya sıkıştırılmış, Jim ve Annie arasındaki aşk alt konusu ise her ne kadar tipik bir yapıyı takip etse de, Penn ve Trinca arasındaki kimya sayesinde ayakta kalıyor.
The Gunman, salonlara girince türün hayranlarını etkileyecektir, fakat uzun zaman içinde hatırlanacak bir aksiyon/gerilim olacağına pek ihtimal vermiyorum. Diğer yandan Neeson’un yerine gelecek orta yaşlı aktörler arasına Penn’in önde geldiği bu film ile kanıtlanıyor.