-Ali: Özür dilerim sen haklıydın. Ben de herkes gibiyim işte, yalnız bıraktım seni.
-Eda: Rüya görmüyor musun artık?...
...
Bir cuma akşamı, yemek sonrası bir kadeh şarap, bir tabak peynir eşliğinde film izlemek istiyordum. Uzun zamandır düşündüğüm bir filmdi.
Kabul etmeliyim ki pandemi sürecinde, zaman zaman düştüğüm motivasyonsuzlukta bazı arzularımı harcamamak niyetindeydim. En güzel ve hayata bakışımda farklı hissettiğim zaman dilimlerine bırakmak istiyordum. İşte Ferah Feza filmini bu yüzden bu akşam izledim..
İyi ki de bu zaman dilimini beklemişim... Hayallerimin sınırlandığı bu süreçte (hayalperestlikten ölmek üzereyken bile sınırları olmayan biriyken), film benim dünyama (hiç görmediğim halde) içimde var olan tanıdık görüntü ve hislerle beraber gelmişti. Belirsizliğin olduğu sanılmasındı. Martıların bile diğer kuşlardan ayrı bir uçuş sırrı vardı. Ali bahsediyordu Eda'ya. Onların kendi aralarında konuşabilen, sımsıkı sarılabilen bir alanı oluşmaya başlıyordu böylece.
Gün ışıklarının son hafifliğinde tepelere yürümek hiç bu kadar bana, kendime ait gelmemişti.
Gemilere ve sokaklara, gün batımının- gün doğumunun- deniz sularınının derinliklerinin içine ben de onlarla beraber ruhumu fırlatmış gibi; bedenimi de koltuğa uzatarak izledim. Sıradan olmayan bir bölgede, sıradan olmayan kış mevsimi görüntülerini, kış etkisiyle...
Yapım takvimine göre geç karşılaştığım filmdi ama benim için tam zamanıydı. Bir film zaten, dönemler dönemler içinde, ilerleyerek gelmeliydi bize...