Gerçek hikaye, kişisel travma...
Yazar: Melis ZararsızSinema filmi, yaratıcılarının gayeleri doğrultusunda şekilden şekile girebilen bir oyuncak aslında. Amacınız bir gişe filmi yapıp milyonlara ulaşmak da olabilir, çocuklara yönelik bir animasyon da yapmak isteyebilirsiniz, insanlara eğlenceli vakit geçirtmek de, bir belgesel çekerek onları eğitmek de olabilir hedefiniz, gerçek bir yaşamı imgesel bir sinema filmi haline de getirebilirsiniz. Sonsuz olmasa da çok seçenek var önünüzde.
Gitme Baba, saydıklarımdan sonuncusunu hedef almış ve sinemayı bu doğrultuda kullanmış bir yapım. Filmin senaristi, yapımcısı ve başrol oyuncularından biri olan Çiğdem Suyolcu, 1995 yılında suikaste kurban giden Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun kızı. Çiğdem Suyolcu babası öldürüldüğünde 18 yaşında imiş. Babasına ve tüm ailesine yapılan haksızlıktan çok etkilenmiş doğal olarak. Hele ki babasına aşık bir kız çocuğunu içinde barındırdığını hesaba katarsak…
Neredeyse 20 yıl önce yaşanmış olan bu olayı bir sinema filmi haline getirmeye karar vermiş birkaç yıl önce Suyolcu. Hem bilmeyenlere bu olayları anlatmak, hem de bir nevi arınmak için. Açıkçası sinema filmi yapılmaya değer bir hikaye olduğunu teslim etmek lazım. Hem gerçek bir olay oluşu, hem politik ve dramatik yapısıyla ilgi çekici bir konu.
Önce gerçekler: Lütfi Suyolcu, Kuşadası'nda çok çok sevilen bir "vatandaş" herşeyden önce. Başarılı ve sayılan bir belediye başkanı. Prensipli, Atatürkçü, modern biri. Yalan dolanla, rantla parayla işi olmaz. Çoluğuna çocuğuna düşkün bir aile babası. İnandıkları uğruna epey dikbaşlı. Korkusu olan biri değil. Gerçekler uğruna canını dişine katarak çalışan, işkolik bir başkan. Tabii bu dürüstlüğü bazılarının işine gelmiyor, rüşvetle, yalan dolanla kandırmaya çalışsalar da yola gelmeyen Suyolcu’yu kiralık bir katile öldürtüyorlar sonunda. Üstelik yakalanıp hapse girmelerine rağmen bir süre sonra Rahşan Ecevit affıyla serbest te kalıyorlar. Babasıyla adeta bir aşk yaşayan küçük kızı da bu yaşananları bir film yapmaya karar veriyor ve yapıyor: İşte Gitme Baba.
Buraya kadar saygı duyulacak, niyetinde kötülük aranmayacak bir yapımdan bahsettiğimiz muhakkak. Yaşananların acısı, hiç şüphesiz ki çok ağır. Travmatik meseleler aslında aile fertleri için. Zaten bu filmin de bir travmaya işaret ettiği düşüncesindeyim.
Filmin gerçek bir hikaye olmasını bir yana bırakıp onu bir “film” olarak ele aldığımızdaysa bazı sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Herşeyden önce bu filmin aslında fazlasıyla “kişisel” bir film olduğunu söylemek lazım. Yaşanan olay tarihe geçmiş, hepimizi ilgilendiren ve günümüzde dahi yaşadığımız acı bir gerçek, sosyolojik ve politik bir mesele olsa da, filmin derdi maalesef bu değil. Film çok daha duygusal bir yapıda seyrediyor. Çünkü film Çiğdem Suyolcu’nun filmi. Onun babasına duyduğu özlemi dindirmek için bir araç. Filmin en önemli meselesi adeta Çiğdem ile babasının ilişkisi.
Bunda da bir sorun yok ama şu tarz hatalı kararlar söz konusu. Örneğin Çiğdem Suyolcu bir röportajında annesi rolünde oynayan Şenay Gürler’in gerçekten de annesine çok benzediğini söylemiş. Bence bu filmde esas konu Lütfi Suyolcu ise, geri kalan kastın gerçek kişilere ne kadar benzediği o kadar da önemli değil. Örneğin film 80’lerin başında başlıyor ve o dönem belli ki Çiğdem’in annesinin saçları kızılmış. Bu önemsiz gibi görünen detayı şundan dolayı veriyorum. Şenay Gürler’in “ben bir peruğum” diye öylesine bağıran bir saçı var ki, oraya sadece bir amaç için konmuş olduğu çok çok belli. Halbuki biz Çiğdem’in annesini tanımıyoruz. Böyle göze batan bir peruğa hiç gerek yok. Tam tersine, Çiğdem’in çocukluğunu büyük bir başarıyla canlandıran küçük kız doğal sarışın mavi gözlü bir kız iken, Çiğdem büyüdüğünde kaşı, saçları siyah, gözleri yeşil, bambaşka bir kız oluveriyor - ki zaten kendisini canlandırıyor. Bu detay çok önemli çünkü bir anda büyüklüğüyle karşılaştığımız Çiğdem’in Çiğdem olduğunu belki 5-6 dakika boyunca algılayamıyoruz. Bu kadar bariz bir kast yanlışlığı sebebiyle büyümüş Çiğdem’i tanıyamadığımız o birkaç dakikada Çiğdem ile Lütfi Bey’i birbirine aşık iki kişi olarak izlemeniz mümkün. Yani annesinin saçları kızıldı diye, tamamen yapay bir peruk takılacağına, kendi küçüklüğü keşke kendisine daha çok benzeseymiş de hikayede bu detay kafa karıştırmasaymış.
Gelelim ailevi ilişkilere. Çiğdem Suyolcu belli ki babasına gerçekten eşine az rastlanır türden aşıkmış. Babası da ona. Bunun altını da fazlasıyla çizmek istemiş Suyolcu, hakkıdır da. Fakat öyle ki, anne-kız, anne-oğlan ve baba-oğlan ilişkileri filmde sıfırın altında işlenmiş. Bazı sahnelerde anne hiç yok. Geçişlerde sorun olduğundan ve zaman hızlı geçtiğinden, acaba öldü mü diye düşünebileceğiniz kadar uzun süre ortada yok mesela anne.
Baba-oğul ilişkisinde problemler olduğu çok açık. Ama bu filmde bu detaya ne kadar gerek vardı?
Çiğdem Suyolcu, filmde sonuçta kendi ailesini anlatıyor. Onları bize yıllar sonra anlatırken elbette en iyi şekilde, en doğru şekilde sunmak istiyor ama bu hassasiyetinden dolayı bazı şeylerin altını çok fazla ve gereksiz şekilde çiziyor. Örneğin modern bir aile olduklarının. Babası annesini dudaklarından öperken çocukların onları görmesinden çekinmiyor, “buna aşk denir ve siz aşk çocuğusunuz” diyor. Karısıyla aralarındaki cinsel çekim sürekli göz önünde. Baba kız ilişkilerindeki yakınlık da altı fazlasıyla çizilmiş şekilde yer alıyor filmde. Filmde içilen rakının da haddi hesabı yok. Bunlar herhangi bir filmde göze batmayan detaylar olabilirdi ama bu filmde bu karelerin her birinde “biz modern bir aileyiz”in altı rahatsız edici şekilde çizili.
Kuşadası çok güzel bir mekan. Dolayısıyla güzel görüntüler mevcut filmde ama ekstra bir kamera, görüntü, kurgu ya da yönetmenlik başarısı olduğunu söyleyemem. Müzikler ise maalesef çok kötü. Tempoyu yükseltmek amacıyla kullanılan müzikler gereksiz yerlerde o kadar yüksek ki, o an ne konuşulduğuna zor konsantre oluyorsunuz.
Filmin en büyük handikapı ise uzunluğu. Sonuçta acı verici bir hikaye bu. Ölümle sonuçlanan ve katillerinin aramızda gezdiği bir hikayeden bahsediyoruz. Eminim Çiğdem Suyolcu çok büyük travmalar geçirdi, belki aylarca yıllarca rüyalarından sıçrayarak uyandı, kabuslar gördü. Fakat bana göre bu da filmde olması gerekli bir detay değil. Film bir belgesel değil belki ama zaten yeterince üzücü bir konu olduğundan, Lütfi Bey’in öldürülmesinden sonra çok da uzamamalıydı. Çiğdem’in gördüğü kabuslar, morg sahnesi, annesinin dakikalarca ağlaması, gerçekten gereksiz sahnelerdi.
Bu kadar acı yaşayıp filmde kendisini canlandırmasından dolayı tebrik etmek gerek Çiğdem Hanımı. Ben böyle bir acının bir de rolünü yapamazdım. Babasının yerdeki kanının üzerinde ağladığı sahnelerde gerçekten o an ne gibi bir psikolojide olduğunu düşünmeden edemedim doğrusu. Elbette herkesin kendi seçimi ama ben kendimi oyna(ya)mazdım, kendi yaşadığım travmaları da bu filmin konusu yapmazdım.
90’larda yaşanan bu olayı bilmiyordum, bunu öğrenmiş olmak adına bu filmi gördüğüm için mutluyum. Babasının ona yaşattıkları sonucu hayatını değiştiren, arkeoloji okurken sinema okumaya karar verip senarist/oyuncu olan ve bu yolda devam etmek isteyen Çiğdem Suyolcu’yu tanımış olmak da güzel. Fakat sinemasal anlamda çok amatörce bir yapım olduğunu söylemek zorundayım. Kendisi amacının bu film sayesinde geçmişte kalan bu haksızlığı gün yüzüne çıkarmak, insanlara ulaştırmak olduğunu söylemiş, gişe kaygısı olmadığının altını çizerek, "ilerde televizyonlarda gösterilsin, DVD’lerle ulaşsın insanlara, ne kadar insan izlerse izlesin, ben bu filmi yaparak rahatladım" demiş. O zaman amacına ulaştığını düşünüyorum şimdiden, yolu açık olsun.
twitter.com/blossomel