Beni bul anne!
Yazar: Alper TurgutTehlikeli İlişkiler, Sensiz Olmaz ve Kraliçe gibi iyi filmleri dışında, vasat yapıtlara da imza atan, yani ayarı pek tutturamayan İngiliz yönetmen Stephen Frears, bu kez kariyerinin en sağlam işlerinden biriyle geri dönüyor. Dört dalda Oscar için yarışan, pek çok ödül kazanan ve İstanbul Film Festivali’nin de en çok izlenen filmi olan “Umudun Peşinde” (Philomena), gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanan, hüzünle tebessümü buluşturan, din odaklı bağnazlık, merhametsizlik ve vicdansızlık hakkında kafa yorduran bir yapım bu, bahtsız analar ve onlardan kopartılan çocuklarına dair.
Filmin başrollerini 80 yaşındaki büyük aktris Judi Dench ile bir dramı bile hafifletecek yetenekteki komik adam Steve Coogan sırtlıyor. Özellikle filme de adını veren Philomena rolündeki Judi Dench, resmen döktürüyor. Kibirli, öfkeli ama iyi niyetli bir entelektüeli ustalıkla canlandıran Steve Coogan, filmin aynı zamanda senaristlerinden biri, belirtelim. 50 yıl sonra ondan çalınan oğlunun peşine, işsiz kalmış bir gazeteciyle düşen bir annenin yaşadıkları, filmin ana ekseni, inanan ve inanmayan arasındaki çatışma ise, filmin tali meselesi… Ancak bu çatışma, tartışma sert ve keskin köşeli değil, esprilerle rahatlatılıyor, akıcı bir hale dönüştürülüyor. Hâlihazırda mevcut olan ağır bir dramı kanırtarak, aman ağlatayım, acilen mendil aratayım kolaycılığına kaçmıyor film, istismardan medet ummuyor. Devamında bu bir yol filmi ve bu yolculuk, aynı zamanda içsel de… Zaten ötesi; güzel bir müzik, naif bir işçilik ve insana dair güzellik…
Umudun Peşinde’yi seyrederken 2002 tarihli ve benzer içerikli “Günahkar Rahibeler” (The Magdalene Sisters) filmini hatırladım, Katolik Kuzey İrlanda’nın, en karanlık yüzü, tekrar karşıma çıktı. Al şehvetin büyüsüne kapıldı, bak çok büyük bir günah işledi, şimdi tövbe etmeyi öğrenmeli diyerek, çamaşırhanelere, bakımevlerine tıkıştırılan, ‘kutsal’ kilisenin gözetimine, hayli muhafazakâr ve harbiden gaddar tiplerin insafına bırakılan genç kızlarının gerçek öyküsüdür bu, sayıları 30 bini aşan bu mağdurlar, asri zamanların mezhep köleleridir, ne yazık ki…
Hamile kaldığı için toplumca aşağılanan, ailesince dışlanan, ziyadesiyle yoksul ve gencecik anne adayları, yaşamadıkları cinselliği, yaşayan hemcinslerine nefret olarak kusan, kalbinin attığı yeri unutan rahibeler… Kötü ve zor şartlarda doğurmak zorunda kalanlar, bebeğini veya kendi canını kaybetmediyse, asıl zulüm başlamak üzeredir, kilise para kazansın diye, çocuklar, zenginlere evlatlık olarak verilir. Sonrası çaresizlik, haksızlık, insanlık adına utanç hissi, kadının tükenmişlik hali… İnsanın insana ettiğine, bitmeyen zulmüne, işkencesine, kinine, öfkesine, nefretine, Allah’ı karıştırmak istemesi, yaratan adına ceza kesmeye yeltenmesi, en büyük günah olsa gerek. İnanıyorsan, bağışlanacağın makam bellidir, inanmıyorsan, affedilmek gibi bir ihtiyaç da duymuyorsun demektir. Peki, sevişmeyi yasak, zevki yasak, kadını meta, kadını düşkün, kadını günahkâr gören, ahlak bekçisi erkekler ve erkekleşmiş kadınlar, bu var olmayan hakkı nerede buluyorlar? Haftanın en iyi filmi, kesinlikle seyretmeli.