Evin mi var derdin var!
Yazar: Banu BozdemirGeçen yıl Altın Portakal'ın yarışma filmleri arasındaydı Evdeki Yabancılar. Mübadele hikayesini alttan alta sırtlanan hikaye aslında lafı çok sevdiğim şu söze getiriyor: 'Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi'...
İzmir'in mübadeleyle daha da özdeşleşen yapısını dikkate alan yönetmenlerimiz Ulaş Güneş Kaçargil ve Dilek Keser ilk filmleri olan Evdeki Yabancılar'da özellikle siyasi değil de hümanist bir yanı tercih ettiklerini belirtiyorlar ve mübadele sürecinin yıllar sonrasından bir kesiti karşımıza getiriyorlar. O yüzden filmin oluşması muhtemel siyasal dayanağı da kendiliğinden yok oluyor. Zaten derdini sessiz sedasız anlatmaya çalışmasıyla, etkili olabilecek bir konuyu bir hayli bastırıyor, anlatımı zayıflatıyor.
Hikaye 1990'lı yıllarda geçiyor ve doğup büyüdüğü topraklardan zorla yollanan Rum kadını Agapi'nin yıllar sonra baba ocağına dönüşüne odaklanıyor. Yanına genç torunu Elpida'yı da alıyor. Burada Agapi'nin yaşlanmış olması bir dezavantaj olarak sunulurken, sürüldüğü topraklara yalnız dönmemesi öyküyü daha fazla dramatize etmenin önüne geçen bir set gibi adeta. Yani torun Alpina'nın varlığı hem yalnızlığını giderici bir derman, hem de ortamı yumaşatıcı üçüncü göz olarak sunuluyor. Bir de tabii evin yeni sahibi Yaşar var. Üçlü arasında geçen ev savaşı, dramatik olduğu kadar trajikomik anlar da barındırıyor. Alpina'nın geçmişine sahip çıkma isteği Yaşar'ın gelecek yaratma derdiyle çatışıyor...
Aklıma Yeşim Ustaoğlu imzalı iki film geldi Evdeki Yabancılar'ı izlerken. Birisi Bulutları Beklerken, tersine bir gidiş, Eleni’nin çocukluğuyla, ailesiyle kopardığı bağlarını koparma sığınağından çıkma hikayesiydi. Daha trajik bir karşılaşma hali vardı tabii orada, diğeri de yaşlanınca toprağına dönmenin inancına sıkı sıkıya bağlı Pandora’nın Kutusu ve o filmdeki Nusret. İkisinin karışımı gibi geldi bana Elpida.
Filmde üçlü arasında kurulan gerilim zaman zaman korku filmi düzeyine ulaşıyor, Agapi evin her yerinde Yaşar'ın önünü keser hale geliyor. Ve evin kendisinin olduğunu haykırıyor. Eski ev atmosferinde sahip olma arzusu farklı bir gerilim yaratıyor ama yine de hikayenin çarpıcı bir etki yaratmak derdi yok seyircinin gözünde, o yüzden hikayeyi ana yolda tutmak yerine sürekli yan yollara saptırıyor ki bu da akılda kalıcı olmuyor.
Filmin sade anlatımına etki eden birşey de araya Yaşar'ın akıl hocası arkadaşlarını yerleştirmesi oluyor. Hikaye zaten ana konudan, yani mübadele mevzusundan uzak, onların devreye girmesiyle "yanlış tapu üzerinde hak iddia eden iki sıradan insan"a dönüştürüyor hikayeyi! Üçlü bir gerilim, geri dönüşler, trajediler, kopuşlar, anlamsızlıklar daha da yüreklendirirdi halbuki hikayeyi! Belki de yüreklerimizi burkmasını bekliyoruz ama olmuyor. Hikaye düz bir anlatımla bizi çoğu yerde durduruyor. Olayı genel olana çekmeye çalışıyor, burada da mübadele lafı anlamını birazcık kaybediyor açıkçası.
Onun dışında Bizim Büyük Çaresizliğimiz filminin oyuncusu Fatih Al'ı, dayanaksız hayat kurgusuyla, benzer bir rolde izliyoruz gibi bir izlenim verdi film bana! Tabii Melpo Zarokosta'nın varlığı filmi daha anlamlı kılıyor...
twitter.com/BanuBozdemir