Sinemanın sokağa indiği filmlerin etkili örneklerinden...
Yazar: Murat ÖzerDavid Gordon Green’in 2013 içinde gösterime giren iki filminden ilkini, yani “Yolların Prensi”(Prince Avalanche)'ni DVD aracılığıyla izlemiş, sinemacının minimalizmin sınırlarında gezinirken gösterdiği özeni alkışlamıştık. İki popüler oyuncuyu (Paul Rudd ve Emile Hirsch) böylesi bir atmosferin içinde dizginlemek zor görünüyordu, ama yönetmen bu zorluğun altından kalkmayı bilmişti. Şimdiyse “Joe”yla benzer bir duyguyu yaşatıyor David Gordon Green, yanına Nicolas Cage’i de alarak.
Larry Brown imzalı romandan Gary Hawkins’in uyarladığı senaryosu, “Joe”nun duygusunu açığa çıkaran en önemli eleman gibi görünüyor. Bu senaryo, insanlığın ‘kötülük’le yaşadığı ilişkinin ‘iyilik’le bertaraf edilebileceğini işaret etse de, kötücül hamlelerin kazanma ihtimalinin de az olmadığını gösteriyor.
Nicolas Cage’in canlandırdığı başkarakteri bir an olsun kahramanlaştırmayan, buna karşılık onu ‘sıradanlaştıran’ bir hikâyeleme söz konusu burada. Yanında çalıştırdığı işçilere ‘insan gibi’ davranmaktan öte bir erdeme sahip olmayan Joe’nun, bir ailenin iç işlerine karışmasının ardından yaşananlarsa onu trajedinin göbeğine doğru fırlatıyor. Yoksulluğun dibine yapışmış bu ailenin var olma savaşı veren oğlu ile kötülüğe tutunmuş gibi görünen babası arasındaki mücadele, ister istemez Joe’yu da bu çatışmanın içine çekiyor ve otoriteyle her daim problemli karakteri ‘isyan’ noktasına getiriyor. Gerisiyse artık yaşanır olmayan dünyanın pisliğine baştan aşağı bulanmasını sağlıyor Joe’nun...
“Joe”, Nicolas Cage’in ‘aksiyon yıldızlığı’ apoletlerini bir süreliğine rafa kaldırmasına vesile olduğu gibi, aktörün uzun zamandır özlemle beklenen ‘ölçülü’ oyunculuğunu da hatırlatma işlevi üstleniyor. Karakterinin ‘iki arada bir derede kalmış’ doğasını başarıyla yansıtan Cage, iyilikle kötülük arasında sıkışan Joe’nun sürekli sızdıran ruh halini aktarma konusunda da yetkin bir görünüm sunuyor. Sorunlu ailenin oğluna bir tür ‘ağabeylik’ yapan Joe, geçmişinden gelen sabıkasından kaynaklanan günahlarını tümden silmeyi başaramıyor, ama ‘iyilik’ motivasyonuyla hareket edip belli bir noktaya taşıyabiliyor kendini. Karşısındaki gencin ‘onurlu yaşam’ motivasyonu da onu yükseltiyor bir yandan, babasının kötücül hamlelerine boyun eğmeyi reddeden gence karşı kendini sorumlu hissediyor.
David Gordon Green, filmiyle insanoğlunun en karanlık yanlarını açığa çıkarırken, aynı zamanda karanlığın karşısına aydınlığı koymayı da ihmal etmiyor. Bir tarafta olanca yoksulluk ve yoksunluk kendini gösteriyor, bunun yanında ‘kirlenme’ de başını çıkarıyor gizlendiği yerden. İnsanın ruhunda çöreklenen ‘çürüme’nin şahlandığı bir atmosferde ayakta kalabilmenin resmine dönüşüyor film bir süre sonra. Teslim olmayı değil, isyan etmeyi ve net bir duruş sergilemeyi öne çıkarıyor hikâye, Joe’nun kaybedeceklerini de hatırlatarak. Evet, en nihayetinde ‘iyilik’ kazanıyor belki ama bu kazanım için de bazı şeyler feda ediliyor. Kazanmak için kaybetmek gerek demeye getiriyor belki de bu hikâye. Kaybedilenin ardına eklemlenen kazancın gelecek kuşakları etkileyeceğini işaret ediyor bir bakıma.
Venedik Film Festivali’nde yarışıp iki de ödül kazanan “Joe”, sinemanın sokağa indiği filmlerin etkili örneklerinden. Gerçekliği tartışılmaz bir resim ortaya koyuyor yapım ve bu gerçekliğe tutundukça kanatıyor yarayı, insanlığın vicdanla bağını sorgulayarak...