geçen hafta Beyazperde.com un ön gösterim davetiyle bu filmi izleme imkanına sahip oldum.. Tom Rob Smith’in aynı adlı çok satan romanından uyarlanan film, 50’li yıllarda, Stalin dönemi Rusya’sında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Berlin’de savaşırken kahraman ilan edilen bir asker, Leo Demidov, gururla ülkesine hizmet etmeye devam eden yüksek rütbeli bir asker. Casusluk şüphesiyle sokaklardan adam toplamak, şüphelileri günlerce sorgulamak, gerçeklere ulaşmak ve ülkede güvenliği sağlamak Leo’nun gündemi. Ancak eline çok sevdiği karısı Raisa’dan şüphelenildiğine dair bir dosya geçince, bütün gündemi bir anda değişiveriyor. Komünist Rusya’ya hizmet etmek bir tarafa, kendi canını ve ailesinin güvenliğini sağlamak bir tarafa, çelişkiden çelişkiye koşarken görüyoruz esas karakterimizi.
Konu çok da marjinal değil. Kaçan, kovalayan, kovalayanı kovalayan birileri daha… Ancak karanlık ve şiddet içerikli sahneler, tam da bir gerilim filminde olması gerektiği gibi! Leo Demidov, karısıyla ilgili durumu anlamaya çalışırken bir yandan da seri çocuk cinayetleri vakası baş gösteriyor ve devlet adamları bu durumu ısrarla örtbas etmeye uğraşıyor. Çünkü ‘her şeye kadir’ komünizm, ‘cennette cinayet yoktur’ şiarıyla yoldaş-vatandaşlardan birinin cinayet işleyebileceği ihtimalini gün yüzüne çıkarmak istemiyor. Ama gerçekler ortada. Çocuklar vahşice öldürülüyor. Raisa’nın, kocası Leo’yu bu işin peşini bırakması için ikna etmeye uğraşırken söylediği, filmden aklımda kalan en çarpıcı replik herhalde: “Gerçeği bulmaya çalışan insanlara ne olduğunu bilmiyor musun?”
Çünkü gerçekler acı. Oturtulmaya çalışılan sistem, herkesin mutlu mesut yaşayacağı ütopik bir dünya vaat ediyor. Bu vaade ters düşecek herkes, her türlü eylem de örtbas ediliyor. Çocuk cinayetleri ile ilgili yapılan soruşturmalar alelacele birilerinin (mesela suçlu kabul edilen eşcinsellerin) tutuklanıp infaz edilmesiyle geçiştirilmeye çalışıyor. Böyle karanlık bir ortamda ısrarla gerçeğin peşine düşen Leo’muz da, canını mı kurtarsın, meseleyi mi çözsün, karısını mı korusun bilemiyoruz, oturduğumuz yerde gerim gerim geriliyoruz tabii…
Kimseye güvenilemeyen bir ortamda bunca çelişkiyle yaşananlara bir filmde bile şahit olmak, dünyada gerçekten de böyle zamanların olduğunu ve aslında bu karanlığın hala bir yerlerde sürüp gittiğini hatırlamak içimizi karartıyor, doğru. Ben hala izlediklerine kendini çok kaptırabilen biri olarak seyircinin ‘gerilim’ türünü neden tercih ettiğini anlayamasam da, filmden çıktığımda dünyanın gözüme biraz daha güzel gözüktüğünü itiraf etmeliyim. O kasvetli trenlerde bir oraya bir buraya, endişe içinde yolculuk eden insanların olduğu sahnelere maruz kaldıktan sonra tıklım tıkış Taksim metrosu bile şirin gözükebiliyor gözüme!
Filmden sonra bu çocuk katili karakterinin Andrei Romanovich Chikatilo adlı, “Rostov Kasabı” adıyla bilinen gerçek bir seri katilden esinlenilmiş olduğunu duyunca bir kat daha içim ezildi tabii, ama Sovyet Rusya’nın dediği gibi, gerçekler acı...