Rüzgarlar esmez oldu...
Yazar: Banu Bozdemir2008’de ilk uzun metrajı İki Çizgi’yi çekmesine rağmen hala ‘kısa film kökenli yönetmen’ olarak anılan Selim Evci, ikinci filmi Rüzgarlar’da da kısa filmin argümanlarını kullanıyor çokça... 2012 Altın Koza’da yarışma filmleri arasında yer alan ve moderasyonunu benim yaptığım filmin ilk seyirci reaksiyonunu da böylelikle yakalama imkanı bulmuştum. İnanılmaz derecede minimal olan filmle ilgili seyircilerden gelen reaksiyonların toplamı şöyleydi. ‘Bu bir sanat filmi ve saygı duymamız lazım!’ İki Çizgi ile Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplanoğlu formlarında bir filme imza atan Evci, aslında çoğu kere tekrarlanan tema ve anlatım biçimini kolay kolay bırakmayacağa hatta arttıracağa benziyor. İki Çizgi kentten kırsala uzanan duyguların atığı yaraların ve yalnızlıkların üzerine yavaşça, pansuman edercesine eğilen bir filmdi. Görüntüler ve kimi başarılı mizansenlerin eşlik ettiği film, oyuncularının da duruşuyla aynı zamanda mesafeli bir filmdi! Gelelim Rüzgarlar’a… İki saatlik film, ağır temposuyla daha da uzun bir algı yaratıyor, baştan onu söyleyelim. Aslında konu ve görsellik daha tempolu bir biçimde buluşabilseydi daha iyi olacak bir filmken, sarkmaların ve karakter minimalizminin tuzağına düşüyor. Özellikle de Eleni ‘en yavaş oyuncu’ kategorisini zorluyor, hal böyle olunca filmin içsel yolculuğu ne yazık ki bünyelerde bir türlü yer bulamıyor.
Gökçeada biliyorsunuz doğal ve sakin halini muhafaza eden yerlerden. Adanın tamamı doğal bir plato havasını rüzgarla beraber pek güzel kuşanıyor. İki Çizgi’de başarılı ses çalışmasıyla dikkat çeken Evci bu kez kahramanlarından Murat’ı filmleri için ses kaydeden, aynı zamanda adayı görsel olarak fotoğraflayan biri olarak seçmiş. Filmin amaçlarında biri de adadaki Rum azınlığın giderek silinip giden silüetlerini belgelemek, onlara dair sessiz bir saygı sunmak amacı taşıyor, belki bir yüzleşme ve kimlik mücadelesine destek olabilme amacı. O yüzden filmin atmosferi kurgunun dışında arayışlara da yöneliyor, zaman zaman belgeselvari yollar çiziyor önümüze. Yine de filmin seyirciyi kesen atmosferini yükseltemiyor tüm bunlar.
Gökçeada terk edilmiş Rum köylerinde kimsenin yaşamadığı ya da ya da topraklarını terk etmek istemeyen yaşlıların kaldığı bir ada. Madam Styliani da kalanlardan. Murat ve Madam Styliani arasında gelişen dostluk, yaşlı kadının ölümüyle adaya gelen yiğeni Eleni’ye taşınır. Eleni Fransa’da yaşayan, Murat’ın kaydettiği seslerle geçmişe ve çocukluğuna uzanan bir kadındır. İkisi de adanın dingin ve sessiz ortamında bir başkalaşım yaşıyor ama bu yavaş anlatım dili duygusal olarak etki edemiyor seyirciye. Hatta Eleni’nin aleni yavaşlığı fazlaca göze batıyor. Film derdini yavaş anlatarak konuyu özümseme imkanı sunabilir ama karakterin hareketlerini uzatması samimiyet ve algı duygusunu alt üst ediyor. Yani Eleni gibi insanların gerçek hayatta çok da karşılığını bulamayınca, yönetmenin film için yapay karakter yarattığını düşünüyoruz.
Filmde İki Çizgi’ye hafiften öykünen bir yan da var sanki. İlişkilerin şehirde başka, taşrada başka kurgulandığını düşünen Evci, adada huzurlu bir adam olan Murat’ın bir de şehirli tarafını ve sevgilisiyle şiddetlenen kavgalarını gösteriyor. Bu gereksiz gibi dursa da filme en azından hareket katıyor, adanın gittikçe yavaşlayan masalsılığını kesiyor, gerçek hayatın düzlüğüne çıkarıyor seyirciyi. Ya da Eleni ve Murat arasında gelişen ilişkinin tanımını ve denkliğini kutsamak ister gibi bir hali var bu şehir karmaşasının!
Sonuçta film uzatılmış bir kısa filmi andırıyor, konunun önemi anlatıma kurban gidiyor. Sahici duygular filmde azınlık olarak yer bulurken, Evci’nin bir sonraki filminde minimalizm adına ne yapacağını merak eder oldum. Politik filmlerin sessiz çığlığı burada yerini duygusal yavaşlığa terk etmiş gibi duruyor, seyircinin zorlanarak izleyeceği ama başta da dediğim gibi onlarda saygı hali yaratacak filmlerden.
twitter.com/BanuBozdemir