Köy enstitüleri konusu değerli ama yeterli mi?
Yazar: Melis ZararsızGeçtiğimiz sene vizyona Toprağın Çocukları adında bir ilk film girmişti. Ali Adnan Özgür’ün ilk uzun metraj filmi olan proje, köy enstitülerini konu alıyordu. Film kurmaca bir öyküye sahip olsa da, yaşanmış olayları aktardığından belgeselvari bir anlatım tarzı da içeriyordu. Köy enstitüleri ile ilgili daha önce çekilmiş bazı belgeseller mevcut aslında fakat son dönemde vizyona giren, seyirciyle buluşabilen kurmaca filmlerde bu konuyu işleyen olmamıştı. Filmdeki dış sesin de etkisiyle, bu yapımın konuya didaktik yaklaşımı rahatsız edici olsa da, iyinin-kötünün çok kesin çizgilerle ayrılması inandırıcı gelmese de, okul içinde yapılan çekimlerde ve özellikle öğrenciler arasındaki diyaloglarda hafif bir müsamere havası olsa da, konunun önemi ve tarihimize dayalı içerdiği gerçek bilgiler sebebiyle, özellikle de bir ilk film olarak değerli bulmuştum Toprağın Çocukları’nı. Kendileri de verdikleri röportajlarda, sanat kaygılı bir film çekmekten ziyade, amacı olan, mesaj kaygılı bir proje oluşturduklarını açık ve net olarak ifade etmekteydiler.
2013’te Adana Altın Koza’da yarışan filmlerden biri ise deneyimli yönetmen Biket İlhan’ın Yarım Kalan Mucize adlı filmiydi ve bu filmin de köy enstitülerini konu aldığını duymuştuk. Biket İlhan’ın kızı Nihan Belgin, filmin senaristlerinden ve yapımcılarından biri, aynı zamanda başrol oyuncusu olarak yer alıyor filmde. Kadroda aynı zamanda Yetkin Dikinciler, Dolunay Soysert, Ayten Uncuoğlu, Sinan Tuzcu gibi isimler var. Adana’da filmi izlememin ardından röportaj yapma fırsatı buldum ekiple (buradan okuyabilirsiniz). Aslında Ali Adnan Özgür ile tesadüfen benzer dönemlerde bu konuya odaklanıyorlar ve benzer dönemlerde çekimleri devam ediyor ama Toprağın Çocukları daha erken tamamlanıyor ve vizyona giriyor. Köy enstitüleri odaklı oluşu dışında yapısal olarak da benzerlikler taşıyor aslında iki film. Toprağın Çocukları da farklı bir mekanda başlıyordu, bir çatışma ile açılıyordu ve o hikaye, enstitüye yönleniyor, orada devam ediyordu. Yarım Kalan Mucize’de de hikaye bir çatışma ile açılıyor, bu sefer de köy yerinde, bir ailenin ve bir genç kızın yaşadıklarıyla… Nahide, 18 yaşlarında köylü bir kızdır ve babası yaşında bir toprak ağasıyla evlendirilmek istenen en yakın arkadaşı intihar edip ölünce bundan çok etkilenir, kendisinin de başına eninde sonunda bu gelecektir. Ailesine evlenmek istemediğini, okumak istediğini söylediğinde babası karşı çıkar. Feodal düzende kadının eğitilmesine yer yoktur, gencecik kızlar zengin derebeyleriyle evlendirilmekte, bu “cahil” düzen böyle gitmektedir. Nahide’nin ilkokul öğretmeni ise olayların farkındadır, Köy Enstitüsü yeni açılmıştır ve kız öğrencileri de kabul etmektedir, öğretmeni Nahide’ye yardım eder ve onu Köy Enstitüsü’ne gönderir. Nahide’nin hayatı köklü bir şekilde değişecektir ama zorluklar da peşini bırakmaz.
Toprağın Çocukları’nda da enstitüye sığınan bir genç kız vardı, orada da enstitünün cehalete, aşiretçilik, ağalık gibi sistemlere karşı savaşı vardı, onlara eğitimle cevap veriş vardı, bu filmde de aynı konu başka bir hikayeyle işleniyor. Bu filmde de amaç “net birşeyler söylemek” aslında, Atatürk’ün bakış açısını hatırlatmak, eğitimin öneminin altını çizmek, zamanında yaşanan bu radikal değişimi hatırlatmak, bilmeyenlere anlatmak, aslında yıl 2014’e gelmişken, hala eğitim problemleri yaşadığımızı, hala kızlarımızın köylerde okula gidemediğini, çoğu bölgemizde o feodal yapının değişmediğini düşündürtmenin de bir yolu… Yani aslında bu projede de sinema açısından bir iddia yok. Sinema aracını kullanarak, yaşanmış olayları da katarak, gelecek nesillere mesaj verme kaygısıyla çekilmiş bir filmle karşı karşıyayız. Burada elbette, bu amaçlanmış olsa da sinemasal açıdan neden daha etkileyici bir dramatik yapı olmasın, neden bu amaç bu kadar belirgin olacağına daha alt metinlerde kalmasın gibi bir eleştirimiz olabilir. Ya da keşke Toprağın Çocukları’ndan çok farklı bir bakış açısıyla çekilmiş bir köy enstitüleri konulu film olsa imiş ve karşılaştırma fırsatımız olsaymış şu anda, ama maalesef benzerlikler üzerinden gidebiliyoruz… Türkiye’de Hababam Sınıfı gibi mizahi ve eleştirel bir yaklaşım dışında eğitimi ve sorunlarını konu alan çok fazla film çekilmedi, İki Dil Bir Bavul’u sayabiliriz yakın dönemde belki. Sanırım bir dönem filmi de olsa, memleket meselelerini de dert edinse kendine, aracımız sinema olduğunda, hikayenin perdeye yansıyan “sinema” yönünün daha çok ağır basmasını ve seyirciyi içine çekmesini bekliyoruz, ayrıca seyirci olarak bize ne düşünmemiz gerektiğini bu kadar dayatmasını değil, kendiliğimizden bazı sonuçlara varabileceğimize güvenmesini bekliyoruz,bu yüzden de epey mesafeli kalıyoruz bu filme karşı seyirci olarak.
Şahsen köy enstitüleri ile ilgili fazla bilgim yokken bu iki film ve röportajları sonrası araştırmalar, okumalar yaparak öğrendiklerim beni çok etkilemişti. Ta 1940’lı yıllarda oluşturulan bu eğitim sisteminin, kendine güvenen, el becerileri olan, doğayı tanıyan, sanatla ve dünyadaki tüm gelişmelerle içiçe olan, yenilikçi ve birey olabilmiş gençler yetiştiriyor olabilmesi, neredeyse ütopik bir durum ve şimdilerde de özlenen bir tablo. Bu sebepten bu filmi değerli buluyorum, bu filmi vizyonda yakalayıp izleyen ve benim gibi neymiş ne değilmiş diye araştıranlar olabilir. Ve umarım ilerde biz de seyirciyi içine daha çok çekebilen, dramatik örgüsü daha sağlam, alt metinleri daha yoruma ve okumaya açık, yaşananlara farklı bir bakış açısı getirebilecek memleket filmleri çekeriz, bu gibi filmler öncü olsun, yol göstersin…
twitter.com/blossomel