Belçika kırsalından evrensel büyüleyiciye...
Yazar: Duygu KocabaylıoğluBelçikalı sinemacı Peter Brosens ve ortağı diyebileceğimiz televizyon yapımcılığı kökenli Jessica Woodworth’un senarist, yapımcı ve yönetmen olarak beraber imza attıkları 3. iş olan Beşinci Mevsim, 16. Uçan Süpürge Kadın Filmleri festivali çerçevesinde izleme şansını elde ettiğimiz yapımlardan biri oldu. Ne mutlu Ankaralılara ki kıyıda köşede kalmaya çok müsait muhteşem bir yapım, festival seçkisinde yer almış.
Dingin bir anlatım dili olan filmde seyirciyi Belçika kırsalında oldukça sıradan ve küçük bir köy karşılıyor. Konu edilen ‘beş’ mevsimden ilki olan kış ile ve kışın getirdiği kartpostalvari, büyüleyici görüntülerle açılıyor film. Fakat orada yaşayan köylüler için kış, seyirciyi büyüleyen güzellikten çok uzakta; acımasızlığı, zorluğu ve verimsizliği temsil ediyor. Bunun için de bir an önce çekip gitmesini istiyorlar. Bahar ve ardından yaz gelsin ki hayvancılık ve çiftçilik ile geçimini sağlayan bu insanlar için de hasat günü, ürün toplama mevsimi gelsin. Fakat ne yapsalar olmuyor, kışı yolcu edecekleri şenlik ateşi bir türlü yanmak bilmiyor ve köyü çepeçevre saracak felaketler zinciri de başlamış oluyor…
Buraya kadar çerçevesini çizdiğimiz hikaye aslında geçmişe, milattan önceki çağlara değin uzanan bir lanetlenme öyküsü. Halk muhtemelen tanrıları kızdıracak bir şey yapmıştır ve tüm ekinleri kurutacak bir kuraklıkla cezalandırılmıştır. Kurtuluşu ise dönüp nerede hata yaptığını bulmak yerine tanrılara sunacak bir kurbanda arar insanoğlu. İşte Beşinci Mevsim tam da bu yüzden başrol oyuncusu Aurélia Poirier’in de dediği gibi, evrensel ve hatta zamansız bir hikayeye sahip. Hayatımızda başımıza gelen ‘lanetli’ işlerden dolayı çevremizde hep bir suçlu aramaz mıyız, ya da faturayı kesecek birilerini... Ya da en masumun başını yakmaz mıyız? Tanrının ya da kaderin laneti hep başkaları yüzünden mi vurur insanoğlunu? Tüm yerelmiş gibi görünen dokularıyla, film tam da bu "evrensel" soruları soran, aslında insanoğlunun doğasına yöneltilmiş bir namlu gibi. İçimizdeki ifrite bir tokat gibi.
Avrupa, kentlerinin tüm metropolliğine rağmen, sinemasından tanıdığımız kadarıyla, gerçekten de hayvanları, meraları, tarlalarıyla, 300 yıl öncesinden kalmış gibi görünen mimarisiyle tam kırsalın temsilidir. Metropolün aksine dingindir, aynı tempo devam eder ve içine alması için sizden ilgi bekler. Beşinci Mevsim tüm bu özelliklere sahip olmakla birlikte, yukarıda tanımladığımız hikaye çerçevesinde kullandığı müthiş görsellik ve şiirsel anlatım diliyle de seyirciyi içine çeken bir yapım. Fotoğraf dinginliğine yaklaşan görüntüleri, olay örgüsünün ilerleyişiyle de paralellik izliyor. Ve seyirciden beklediği ilginin karşılığını fazlasıyla veriyor.
Başrol Alice’i canlandıran Aurélia Poirier oldukça genç bir oyuncu ve ilk uzun metrajlı işi bu film. Bu kadar simgesel anlatım diline haiz, ağır bir film için oldukça başarılı bir oyunculuk ortaya koyduğunu belirtmek gerek. Tabii kötürüm oğluyla köy köy gezen Thomas’ı canlandıran Sam Louwyck’in de ‘tüyler ürperten’ performansını atlamamak gerekiyor.
Öte yandan Reha Erdem sinemasına aşina olanlara Beşinci Mevsim’in oldukça tanıdık geleceğini de ekleyelim. Zira bakir doğada geçen kimi sahneleri, dış seslerden beslenen planları ve insanların iletişim olarak kullandığı hayvan sesleri 2010 tarihli Kosmos filmini yeniden yaşatıyor seyirciye. Yeri gelmişken kafalarda soru işareti bırakmamak adına filmin bizim sinemamızdan ‘esinlenmediğini’ de ekleyelim, zira festivalde Aurélia Poirier, bu yorumu üçüncü kez duyduklarını ama Kosmos filminden haberdar olmadıklarını belirtti. Demek ki sinemanın büyüleyici diline giden yol evrensel ve bir.
Sonuç olarak Beşinci Mevsim, bolca Tarkovsky şiirselliği barındıran ve finaliyle sizi koltuğunuza mıhlayacak bir yapım. Gösterim şansı bulabilir mi bilinmez ama herhangi bir festivalde karşınıza çıkarsa kaçırmamanız gereken cinsten.
http://www.twitter.com/duygukocabay