Memleketin üzerindeki küf...
Yazar: Kaan KarsanGeçtiğimiz sene Venedik Film Festivali’nden “En İyi İlk Film” ödülüne tekabül eden “Geleceğin Aslanı” heykelciğiyle dönen Ali Aydın’ın Küf’ü festival festival dolaştıktan sonra nihayet Moda sahnesinde de olsa seyircinin karşısında. Para kazandıran filmlerin parsellediği sinema salonlarının durumu nedeniyle az sayıda kopyayla vizyona çıkan filmin aldığı ödül, uluslararası piyasada oldukça prestijli ve geleceğe dair umut veren türden. 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Venedik’te kopardığı fırtınanın aynısından koparamayan Küf, Türkiye Sineması’nın minimalist ve sosyal gerçekçi damarını temsil ediyor. Bu damara yeni bir kan pompalamıyor olsa da hem söyledikleriyle hem de söyleme yöntemiyle yönetmenine verilecek şansları hak ediyor.
Küf’ün başkarakteri, oğlunu 18 yıl önce –ilk anlamıyla- yitirmiş bir demiryolları işçisi olan Basri. Bir üniversite öğrencisiyken gözaltına alınan Seyfi’den hiçbir kurum özelinde haber alamamış. Ağır bir travma ve yas döneminin ardından bu kaybı bir tür takıntı haline getirmiş; tamamen içine kapanmış ve içerisindeki duygusal öfkeyi dışından çok içine kusmuş. Basri, evvel ve kalbur zaman içerisinde yozlaşmış bir toplumun, bir dışkı olarak doğaya bıraktığı fazlalık haline gelmiş. Bir yandan korkunç bir halvet sürecinin içerisinde, diğer yandan ise en azından oğlunun ölü bedenine ulaşmak için kötümser bir umut besliyor. 18 yıl boyunca oğlunu bulmak adına çeşitli kurumlara yazdığı dilekçelere herhangi bir geri dönüş bekliyor. Sabrını tüketerek sonsuz bir sabır sahibi olmuş sanki. Beklediği cevap gelmiyor belki; ancak tanıştığı bir memur ona biraz acıyor ve Basri en nihayetinde kendisini bir diyaloğun içerisinde buluyor. Küf de bu yitikleşmişliğin, sosyal olarak bir cesede dönmüş olan Türkiye’nin ve faşist bir çarkın içerisinde ezilenlerin öyküsünü anlatıyor.
Ali Aydın, ilk yönetmenlik denemesinde genellikle sabit açıları kullanarak gözlemci bir yönetim anlayışı benimsiyor. Yönetmenin öyküye müdahil olmaktan kaçınması filmin üç ana oyuncusunu ön plana çıkarıyor. Bu oyuncular Ercan Kesal, Muhammet Uzuner ve Tansu Biçer… Ali Aydın üç oyuncusuna da çok güveniyor ve bunun faydalarını görüyor. Özellikle ‘içten’ değil ‘içinden’ oynayan Ercan Kesal, omzuna yüklenen yükün altından kalkmayı başarıyor. Tabii Ali Aydın’ın kendini geri çekiyor olması ortada bir yönetmenliğin olmadığına işaret etmiyor. Küf, bir yönetmenlik harikası olmasa da -hatta zaman zaman minimalist sinemanın klişelerini kanırtarak uyguluyor olsa da- bir yönüyle olgun ve kendini bilen bir film. Ülke sinemasının kemikleşmiş bir hattını oluşturmayan bir konu üzerine mutlaka dikkate alınması ve üzerine daha çok konuşulması gereken cümleler kuruyor. Filmin mevzusu üzerine en az Basri kadar sessiz kalması ve öfkesini derinden yaşaması ise bir yönetmenlik tercihi ve filme katkısı tartışılır.
Küf’ün en büyük problemi ise senaryosunda cereyan ediyor. Filmin üç karakter üzerinden akan öyküsü, doksan dakikaya varan hikâyesini tam olarak karşılayamıyor. Hatta Tansu Biçer’in karakteri –her ne kadar kendisi iyi bir kompozisyon çiziyor olsa da- tüm bu amaca yönelmiş hikâye içerisinde hesaplı bir fazlalık gibi duruyor. Uzun lafın kısası Küf’ün sanki senaryoda yazılandan daha fazlasına ihtiyacı varmış ve cümleleri konusuna kısa gelmiş gibi görünüyor.
Ali Aydın’ın olgun ama falsolarını da gizleyemeyen filmi Küf, 2000’ler Türkiye Sineması’nda çok özel bir yere sahip olmayacak olsa da hatırlanacak. Bunun sebebi sadece Venedik’ten aldığı ödül değil; aynı zamanda üzerine eğildiği mühim mevzu… Ali Aydın’ın bundan sonraki işleri için de bir merak kapısı açan Küf, sevabıyla günahıyla üzerine tartışılması gereken bir iş.
twitter.com/kkarsan